13 Ocak 2016 Çarşamba

27 aralık 2015 günü ankara-mamak hdp konferansına sunulan öneri-bildiri




HDP GENEL KONFERANS VE KONGRESİNE,

Merhaba yoldaşlar,
Parti ve Kongremiz 1 Kasım seçimlerinden sonra “Yeniden Yapılanma” başlığını tartışmaya açmış bulunmaktadır. Ama ne yazık ki bu konuda yeni düşünceler ortaya çıkarılamamıştır veya yeni fikirler varsa da bu bütün üyelerimiz tarafından bilinmemektedir. HDK Ankara’nın hazırlık metinleri tarafımdan incelenmiş ama yeni hiçbir şeye rastlanmadığından bu konunun diğer illerde de farklı olmadığı yönünde bir kanaat oluşmuştur. Umarız önümüzdeki günlerde bu konuda yeni fikir ve öneriler ortaya çıkar.
Bizim gördüğümüz eksiklikler kabaca şöyledir:
Ancak partimizde somut olarak bir tartışma platformuna acil olarak ihtiyaç vardır. En büyük eksikliğimiz ve kolayca kapatacağımız bu gedik maalesef bürokratik engellemelere takılmaktadır. Bütün üyelerin özgürce tartışmalara katılabileceği ve diğerlerinin fikir ve önerilerini öğrenebileceği ve böylelikle de partide tartışılan konuların netleştirilmesine hizmet edecek platformlar derhal kurulmalıdır. Örneğin belirli başlıklar (program, tüzük, strateji-taktik, politikalar, demokrasi, devlet, vs.) altında toplanabilecek olan tartışma metinleri kolaylıkla internet üzerinden mail grubu oluşturulmalıdır.
Konular ilk önce bu mail gruplarında tartışılabilir ve sonra da panel, seminer ve konferanslarla zenginleştirilir ve kongrelerin karar alması için karar tasarıları oluşturulabilir. Böylelikle demokratik eğilimler ortaya çıkabilir.
Mevcut kongreler bürokratiktir ve canlılıktan yoksundur. Canlılık görkemlilik olarak anlaşılmaktadır maalesef bu burjuva veya postmodern bir algılamadır. Bizim canlılıktan anladığımız şey teorik ve politik tartışmalardan duyulan heyecan olmalıdır. Çöldeki vaha kadar aranılan değerli şey budur eksikliğini yaşadığımız…
a.       Partimiz net bir program (strateji) ve politikalara (taktik) sahip değildir. 7 Haziran seçimlerinden sonra net bir duruş görülmediğinden ve egemen-ezilen pozisyonlarında oluşan durumlar görülemediğinden yanlış bir yol izlenmektedir.
b.      Partimiz net bir programa sahip olmadığından KISA BİR PROGRAM ÖNERİSİ yapılacaktır.
c.       Bu program kendisini hayata geçirecek bürokratik bir tüzüğe sahip olduğundan, bu tüzük yerine DEMOKRATİK – EŞİT ÜYE STATÜSÜNE DAYANAN TÜZÜK önerilecektir. Mevcut tüzük tartışmaya açılan “Yeniden Yapılanma” önünde bir engeldir. Aslında yeni tartışmanın varlığı eski program ve tüzüğün varlığını korumasından başka da bir anlama gelmemektedir.
Sunacağımız kısa program çok somuttur. Biliriz ki “program, bir ilkeler deklarasyonu veya prensipler manzumesi değil, somut işler planıdır.”
HDP içinde pek çok farklı görüşten üyeler bulunmaktadır. Onları birleştiren şey demokrasi olarak özetlenebilir. Bizler de demokratik bir cumhuriyet için en kısa yol (program) ve yordamı (tüzük) ele almak zorundayız.

KISA BİR PROGRAM VE TÜZÜK İÇİN GEREKÇE;
Mevcut tüzüğümüz ve programımız bileşenler tarafından kaleme alınmıştır ama bu partinin gelişmesi ve milyonları kucaklaması için bileşenler bir engel haline gelmektedirler. Oysa tam tersi olması gerekirdi. Yani bileşenler HDP içinde çok güçlü hale gelmek için bütün üyeleriyle HDP içinde olmak yerine mümkün olan en az sayıda üye göndererek HDP’yi zayıflatma yolunu seçmişlerdir.
Bu zayıflatma hem aritmetik hem de demokratik bir program ve tüzüğün oluşmaması bakımından cebirsel olarak yaşanılan zayıflık olarak öne çıkmaktadır.
Bu şu demektir: eğer onlar gerçekten samimi iseler, bütün örgütlerinin ve bütün üyelerinin parti çalışmalarına katılması gerekir. Çünkü ancak ne kadar çok katılır ne kadar aktif çalışırlarsa o kadar etkili olabilirler ve partinin politik hattı veya yönetimini o kadar etkileyebilirler demektir.
Tüzük esas olarak tam da bunu formüle etmeliydi. Bu biçim içinde bireylerin ve eğilimlerin çoğunluğa görüşlerini anlatma ve kazanma hakkını ve usullerini garanti altına almaya yönelik olmalıydı.
Halbuki, mevcut tüzüğümüz, tıpkı Türkiye Cumbhuriyeti Yasaları gibidir. Onlar ilke olarak hep demokrasiden, laiklikten söz ederler ama fiili maddeler olarak bunu yok ederler. Bizim tüzüğümüz de öyledir. Bol bol üyelerin haklarından, demokrasiden söz etmektedir ama, fiilen bunu yok etmektedir. Hep üst organların yetki ve haklerinden söz etmektedir mesela. Tıpkı Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşların haklarından değil, devletin haklarından ve vatandaşların görev ve zorunluluklarından söz etmesi gibi.
Kongre'ler her türlü birliğin en üst organlarıdırlar. Demokrasilerde Meclis'ler ne ise, Örgütlerde de Kongre'ler odur. O her şeyi yapabilir.
Peki Anayasalara, tüzüklere ne gerek vardır o zaman? Tüzükler ve anayasalar, o her şeye kadir Kongre'lerin, Meclis'lerin, yani çoğunlukların, yapamayacaklarını, karar alamayacağı noktaları yazarlar. Örneğin fikir ve örgütlenme hakkı mı diyorlar. Bu konuda kısıtlayıcı bir karar alamaz çoğunluk veya meclis demektir bu. Ya da bazı durumlarda bu kararın ancak belli bir yüksek oran ve uzlaşmalarla alınabileceği yolunda kurallar getirirler. Yani Tüzükler ve programlar aslında genel kongrelerin, sınırlarını belirtirler.
Bir tüzügün yapması gereken ise, tam da bunu, delege sayılarını, (çünkü bunlar çoğunluğun manüplasyonuna uygun sorunlardır, Tüzükler çoğunluğa güvensizlik temelinde yazılmalıdırlar) yani Kongre delege sayısını, Genel Kurul'a bırakmamak olabilir ve olmalıdır.
Keza bir kongre en yetkili organ olarak, aksi belirtilmedikçe her şeyi yapabileceğine göre, her hangi bir konuda herkesi de görevlendirebilir. Ama demokratik bir tüzüğün yapması gereken, ne delege sayısını ne de bunu belirleme hakkını başkasına vermeyi sınırlamak olmalıdır.
Böylece 10 ila 500 arasında üyesi bulunan siyasi örgütler, bu günkü gibi oransız ölçüde değil; gerçek çalışmalara katıldıkları oranlarda bu kongre delegeleri arasında yer alabilirler.
Özetle, tüzüğün temel felsefesi yanlıştır, örgütlerin temel bir birim veya bileşen olarak tanınmasına son verilmesi gerekir.
Bu tür bir tüzük ve Kongre yapılanması, demokratik bir programla birlikte Ortadoğu’nun olmazsa olmazıdır. Bu yapıldığı takdirde, bizzat o küçük sosyalist grupların bu örgütü ele geçirmeye çalışan elemanları bile fiili çalışma içinde o örgütlerinin duvarlarının ötesini görmeye ve gelişmeye, kendilerini yenilemeye başlayabilirler. Bu aynı zamanda o örgütlerde bir süre sonra çatlamalar yaratır: Bu partinin çalışmalarına aktif olarak katılanlar, eski bürokratik aygıtlar ve yuvarlarla bir süre sonra gerçekten devrimci ve demokrat hedefleri savunacak bir başka birliğin gerçek militanları haline gelebilirler.
Ama böyle bir çalışma tarzı ve tüzüğün en büyük faydası, Kürt Özgürlük Hareketine olacaktır. O zaman, Kürt Özgürlük Hareketi'nin Türkiye'nin batısında örgütlenme çabaları, bir kaç görevli DTP'linin işi olmaktan çıkabilir. O zaman Kürt Özgürlük Hareketi, bu Parti’de etkili olmak istiyorsa olabildiğince çok üyesini HDP'nin fiili üyesi yapmak, bu üyelerinin nicel ve nitel ağırlığıyla Parti üzerinde etkili olmayla çalışacaktır. Ama o zaman ilk defa Kürtler ve Türkler başta olmak üzere herkes, bir araya gelip birbirleriyle çatışarak ve çalışarak birbirlerini etkilemeye başlayabilecekler; o zaman ilk kez Kürt Direnişi dış dünyaların doğrudan etkisi aracığıyla da bugün kendisini boğan izolasyonuna son verebilecektir.
Özetle, bırakalım önce demokrasi üzerine büyük laflar etmeyi. Somut olarak demokrat olalım. Bu ise somutun somutunda, önce demokratik bir program ve demokratik bir tüzük demektir. Bunların hazırlanmasında en büyük ve geniş katılım ve demokrasi demektir. Demokrasiyi, kişilerin demokrat olmalarına bağlamayan, en anti demokratları bile demokratik davranmaya zorlayacak, böyle davranmadıkları takdirde onları Parti yasallığının dışına düşürecek bir tüzük ve program gerekiyor.
Hali hazırdaki program ve tüzüğümüz önereceğimiz kısa program ve tüzükle büyük ihtimal çelişecektir. Çünkü mevcut programımız gerçek bir program değil, bir ilkeler deklarasyonu veya prensipler manzumesidir. Tüzüğümüz de bu sekter yapının korunması amacıyla örtüştüğünden demokratik değildir çünkü var olan bileşenlerin yapısının ve gücünün korunması için bol bol üst organların özgürlüklerinden söz ederken alt organların görevlerinden söz etmektedir. Bu durum partimiz içinde çalışmalar yürüten bütün üyeler için gözle görünür bir bürokrasi yaratmıştır zaten. Şimdi bu bürokratik saçmalıklara bir son verme denemesi yapmak gereklidir. Bu mektup bu amaçla kaleme alınmıştır.  Ama buna siz, yani kongremiz karar verecektir.

KISA TÜZÜK ÖNERİMİZ
Parti bileşen hukuku yerine EŞİT ÜYE STATÜSÜ’ne geçmelidir. Bileşenler eğer gerek görülürse ayrı bir KOMİSYON olarak oluşturulabilir. Buna da karar verecek olan GENEL KONGRE’dir.
BAĞIMSIZ ÜYE STATÜSÜ SAÇMALIK OLDUĞUNDAN KALDIRILMALIDIR
Böylesi bir statü için bağımsız olarak görülenlerin biraraya gelip karar alıyor olmaları beklenir ama böylesi bir durum olmadığından üyeler buna zorlanmakta veya hakları çiğnenmektedir.
Saçmalıktır çünkü; bir partili bağımsız olamaz. Hukuken o artık partilidir isterse mahkeme önünde yemin etsin o artık parti üyesidir. Bu nedenle bağımsız olarak nitelenenler aslında üçü dört yapamayan bileşenlerin bakış açılarını yansıtan ve böylelikle partinin gelişmesiyle çoğalacak olan yeni üyeler üzerinde bir cezalandırma olarak varlığını eski tüzüğe borçludurlar. Bu partinin yeni üyelerle gelişmesi önünde bir engeldir ve ayrıca anti demokratik olduğundan, bürokrasinin hizmetine yaradığından kaldırılmalıdır.
Eşit Üye Statüsü aşağıdaki özet olarak verilmiş benzer bir tüzük yapar.
En küçük birim ve en az kaç kişinin bir delege seçebileceği belirlenmelidir.
Her üç kişi bir Demokrasi Ocağı veya Mahalle Komitesi kurabilmeli ve ilçe kongresi için bir delege seçebilmelidir.
Her üç ilçe delegesi de bir il delegesi,
Her üç il delegesi bir genel kurul delegesi seçebilmelidir.
Öngörülen ‘bölge örgütlenmeleri’ fiili olarak oluşamadığından veya Batı’da henüz örgütlenme yayılamadığından bu sorun somut bir sorun değildir. O bakımdan bu gelecekte oluşma aşamasında gerekli görüldüğünde tüzüğe alınabilir.
Ancak böylece gerçek güçleri ve eğilimleri yansıtan bir temsil sağlanabilir. Ama zaten bileşenlerin pazarlıkları yoluyla her şeyin belirlendiği, sonra da örgütsüz kitleye bir plebisitle sunulduğu şimdiki biçim en gerici diktatörlüklerden farklı değildir.
Bir kongre delegesi, üç il delegesini temsil ettiğine göre 9 ilçe delegesini, 27 mahalle veya ocak delegesini, 81 üyeyi temsil eder. Yani bin kişilik bir kongre de 81.000 kişilik bir örgüt demektir.
Tüzükte yer alan üç dönem kuralı kaldırılmalıdır. Ezilen kitleler kolay kolay önder yetiştiremez mevcutlar rasyonel olarak değerlendirilmelidir.

KISA PROGRAM ÖNERİMİZ
Gerçek bir eşitlik için, ulusun (somut olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin) tanımından her türlü, dil, din, tarih, "etni", soy, kültür, "ırk" belirlemesi kalkmalı, ulus veya devlet bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmalıdır.
Bu somut olarak şu tedbirlerle gerçekleşebilir.
        Herkesin istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim hakkı olmalıdır. (Ana dilini öğrenme hakkı değil, bu farklıdır dillerden birine üstünlük sağlayıp eşitsizliği arttırır.)
        Ortak bir konuşma ve yazışma dili gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil olacağına demokratik ulusun yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler.
        Okullarda herkes ana dilinde ama aynı ortak tarihi okumalıdır. Bu tarihi, ülkedeki ve komşularındaki bütün dillerden, etnilerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden eşit miktardaki temsilciler ortaklaşa yazmalıdırlar.
        Eğer olmasına karar verilirse, din ve ahlak dersleri, yeryüzündeki  tüm din ve inançlardan ve inançsızlardan eşit sayıda temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
        Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilmeli, imam hatipler normal okullara çevrilmelidir.  İmam veya hatip ve-veya herhangi bir dinin görevlisi olmak isteyenler kendi inanç mensupları (cemaat) tarafından yetiştirilmeli ve bütün giderleri o cemaat tarafından karşılanmalıdır.
        Diyanet gibi kurumlarda şimdiye kadar çalışanların mağdur olmaması için geçimleri gönüllü olarak cemaatler tarafından karşılanmayanlar devletin başka işlerine yerleştirilmelidir.
        Devlet sadece inançlar arasında eşitliği sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olmalıdır.
Yurttaşların en geniş şekilde örgütlenebilmesi, hakkını koruyabilmesi, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı mücadele edebilmesi için.
        Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçmeli, bunları sınırlayan tüm yasalar derhal ve otomatik olarak geçersiz olmalıdır.
        Devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların bütün organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık olmalıdır.
Demokrasinin gerçekleşebilmesi, yurttaşların doğru kararlar verebilmesi için her şeyden önce doğru bilgilenme gerekir. Doğru bilgilenme için ise, medyanın devlet ve sermayenin tekelinden ve egemenliğinden kurtulması gerekir. Bunun için de
        Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar toplumsallaştırılmalı, devletin ve sermayenin elinden alınmalı ve yurttaşların ve örgütlerinin emrine verilmelidir.
        Medya olanakları, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılmalıdır.
        Bu dağılımın gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlanmalıdır
Yurttaşların üzerinde yükselmeyen, onlardan bağımsızlaşmayan ama onlara itaat ve hizmet eden bir devlet cihazı için:
        Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk seçilmiş organlarda olmalıdır. Osmanlı artığı, Firavun ve Nemrutlar zamanından kalma valilik, kaymakamlık gibi merkezi olarak atanan ve belirlenen tüm makam ve organlar lağvedilmedir.
        Tüm emniyet, asayiş ve savunma kuvvetleri bu seçilmiş organların emrinde ve kontrolünde olmalıdır.
        Tüm seçilmiş yöneticiler ve organlar kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilmeli ve seçim yenilenmelidir.
         Tüm seçilenler seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esasında ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde ücret almalıdır.
        Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas alınmalıdır.
        Asker sivil adalet ikiliği ve memurlar hakkında dava için izinler kalkmalı. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik olmalıdır.
        Mahkemelere Jüri usulü gelmelidir.
Bu biçimsel eşitliği ve demokrasiyi sağlayan tedbirlerin yanı sıra, asgari ölçüde ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri kaldırmak için
        Devlet her yurttaşa iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların ve bağımsız tüketici teşekküllerinin tespit edeceği, asgari geçim endeksine uygun gelir sağlamakla yükümlü olmalıdır.
        Tüm yurttaşlar için genel sağlık ve emeklilik sigortası olmadır. Sigorta kurumu, doğrudan sigortalı yurttaşların seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
        Gelecek nesiller arasında kültür, eğitim ve iktisadi farklardan doğan eşitsizlikleri asgariye indirmek için, her çocuk için parasız kreş ve anaokulu sağlanmalıdır.
        Tüm eğitim ve araçları parasız olmalı, düşük gelirli ailelerin çocukları devlet bursu ile desteklenmelidir.
        Tüm azınlıkların gerçek hayatta fiilen ortaya çıkacak bizzat matematik bir azınlık olmaktan doğan dezavantajlarını bir ölçüde ortadan kaldırabilmek için kotalar ve pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.
Ali Güler
27 Aralık 2015
aliekberguler@gmail.com

5 Şubat 2015 Perşembe

Emin Karaca'nın Rasih Nuri İleri İle Yaptığı Röportaj


Emin Karaca’nın Şubat 1996’da kaleme aldığı, “Eski Tüfekler’in Sonbaharı” adlı kitapta, Rasih Nuri İleri ile yapılmış röportaj, aşağıda olduğu gibi dijitalize edilmiştir. Emin Karaca’nın nefis nlatımı ile emeğine hayran olmamak mümkün değil. (Kitaptaki dizgi hataları olduğu gibi bırakılmıştır.) Ali Ekber Güler 05.02.2014
“ESKİ TÜFEKLER”İN EN ÇOK KİTABA SAHİP OLAN ARŞİVCİSİ RASİH NURİ İLERİ
TROÇKİ’NİN SÖYLEDİKLERİNİ BİR KEZ DAHA İNCELEMEK İSTİYOR
RASİH NURİ İLERİ KİMDİR?
1920’de Cenevre’de doğdu. Babası Suphi Nuri Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın özel temsilcisi olarak orada bulunuyordu. 1921’de Türkiye’ye döndü. Öğrenimini Galatasaray, Haydarpaşa Liselerinde ve Fen Fakültesinde yaptı. İlk yazıları 1933’de Servet-i Fünun dergisinde yayınlandı. 1939’da İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci iken militanlığa başladığı Türkiye Komünist Partisi’ne, 1942’de Ferit Kalmuk tarafından kaydedildi.
1946’da Doktor Şefik Hüsnü’nün kurduğu Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin yan kuruluşu sendikalarda çalıştı. Adana Sendikalar Birliği’ni kurdu. 1948’de Yedek Subay okulundan Çavuş çıkarıldı.
1962’de Türkiye İşçi Partisi’ne kayıt oldu. Birinci Kongrede Merkez Komite üyeliğine seçildi. Aralık 1967’de13’lerle birlikte TİP’ten ihraç edildi. Ocak 1968’de Milli Demokratik Devrim Derneği kurucusu ve Genel Sekreter Yardımcısı oldu. Mart 1970’de kurulan İstanbul İşçi Birliği’nin Genel Başkanlığına getirildi. 12 Mart 1971 Darbesinden sonra 1973’de ikinci TİP’e kaydoldu.
Haziran 1990’da Türkiye Birleşik Komünist Partisi kurucusu, Kontrol Komitesi Başkanı ve Merkez Komitesi üyesi oldu. Ocak 1992’de Mehmet Bozışık ve Şabap Bakırsan’la birlikte Genel Merkezin sağ sapması üzerine TBKP’den istifa etti.
Aynı yıl Sosyalist Birlik Partisi’ne girdi. Büyük kongrede Merkez Komite Üyeliğine seçildi.
Halen Birleşik Sosyalist Parti kurucusu ve Merkez Komite üyesi.
Rasih Nuri İleri’nin Marksist-Leninist klasiklerden çevirilerinin yanında Kurtuluş, Mihri Belli Olayı (3 Cilt) Türkiye İşçi Partisi’nde Oportünist Merkeziyetçilik, Atatürk ve Komünizm vb. gibi kitapları bulunuyor.
Tünel’den çıkınca, Beyoğlu’na yürüyecekmiş gibi cadde-i kebir’e yönelin. Vazgeçip hemen ilk sokaktan sağa inin. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’ni cağınızda bırakıp inin yokuşu aşağıya doğru. Alman Lisesi’ni geçin. Sokak bittiğinde tekrar sağa dönün, yürüyün. Otoparkımsı açıklığı geçince solunuzda kocaman bir cümle kapısı göreceksiniz. Meşrutiyet devri apartmanlardan birinin geniş avlusunu göreceksiniz. “Muhsin Bey” filmini görmüşseniz eminim ki bu avluyu anımsayacaksınız.
Sağdaki blokun geniş kapısından girip geniş bir holden yürüyüp, gepgeniş merdivenlere yönelin. İkinci katta asansörün karşısındaki dairenin zilini çalarsanız, Rasih Nuri İleri açacaktır size kapıyı…
Elinde Fransızca bir kitapla karşılıyor beni. Salona geçiyoruz. Duvarlar yerden tavana kadar tekmil kitap ciltleriyle kaplı. Salonun içinden geçilen bitişik odaların duvarları da öyle. Kitap raflarının üstlerindeki, yanlarındaki boşluklarda aile yakınlarının, devrimci mücadele kadrolarından önde gelen isimlerin, kültür-sanat adamlarının çerçeveli resimleri…
Karşısındaki koltuğa oturuyorum. Ropörtaja geçmeden önce sohbete başlıyoruz. Zaman zaman evine gidip geldiğimde merak ettiğim şeyi soruyorum bu arada Rasih Nuri “kuzum” diye hitap ediyor karşısındakine.
- Ne kadar kitabınız var? diye soruyorum.
- 20 yıl kadar önce bir sayım yapmıştım. O zaman 27 bin çıkmıştı. Şimdi ne kadar olduğunu tahmin edemiyorum, diyor.
Rasih Nuri aynı zamanda titiz bir arşivci. Bir 40 yıl, 50 yıl hatta daha da gerilerden bir kitap, dergi, broşür, beyanname mi arıyorsunuz? İlk akla gelen Rasih Nuri Bey’in arşividir. Aziz Nesin’in ölümünden sonra, güldürü yazarlığının başlangıcı “Marko Paşa” dergisi gerekli olmuş solcu bir haftalık dergiye, günlük bir gazeteye… Hemen Rasih Nuri’ye koşmuşlar “Marko Paşa”nın resimlerini çekmişler, sayfalarından fotokopiler almışlar.
“MARXİZME GELİŞİM ÇOK DEĞİŞİK OLDU…”
Hemen konumuza “Eski Tüfekliğe” dönüyoruz. Rasih Nuri’nin Marxist düşünceyle tanışması, işçilerinkinden de aydınlarınkinden de çok farklı bir yol izlemiş.
Önce oradan başlıyor:
-Genel olarak solla özel olarak Marxist-Leninist düşünceyle tanışmam bende değişik bir şekilde oldu. Biliyorsunuz aydınların bu sürece katılımın tarihsel bir gelişimi vardır. İşçilerinki ise değişik bir katılımdır. Benimkisi ne normal aydınların, ne de işçilerin katılımıyla bağlantılıdır. Benimkinin değişikliği aile muhitinden gelmektedir. Ben sol bir ailede büyüdüm. Babam Osmanlı devrindeki İştirakçi Hilmi’nin Sosyalist Partisi’nde bulunmuş, İştirakçiden sonra partinin sekreterliğini yapmış. Şefik Hüsnü’nün İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nda bulunmuş. Fakat Şefik Hüsnü önderliğindeki TKP 1925’de illegale geçtiği vakit, illegalin Türkiye şartlarına uygun olmadığını görmüş, hatta kendi ifadesine göre bu konuda Komüntern’e bir rapor yazmış. Arşivler açıldığında o rapor ortaya çıkar. Yani babam illegale katılmamış. Nihayet basında da, üniversite profesörlüğünde de, sol tarafı olan bir kişi olarak yaşamış ve ölmüştür. Ben böyle bir kişinin oğlu olmakla birlikte, dayılarım Abidin Dino, Arif Dino da solcu kişilerdi. Nasıl ki bir Müslüman ailede insan Müslüman olur, ben de sosyalist bir ailede sosyalist oldum. Bu benim kişisel bir meziyetim değil. Aile kaderi diyeceğim geliyor. nasıl ki Galatasaray Lisesi’ndeyken en yakın arkadaşım Velid Ebüzziya’nın oğlu Selim Ebüzziya doğrudan doğruya babası gibi, gerici demiyeceğim ama, muhafazakar biri idiyse –kendisiyle saatlerce tartışır, atışırdık- ben de solcuydum.
-Babanızın temsil ettiği solculuk, daha ziyade “Atatürkçülüğe, Kemalizme” çok yakındı. Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Sorumu Rasih Nuri Bey şöyle yanıtlıyor:
-Bugünkü gençlik o dönemin solculuğunu tam anlamıyor. Solculuğa ve Atatürkçülüğe derinlemesine bakarsak, Sovyetler Birliği’nin de Türkiye Komünist Partisi’nin de Atatürkçü olduğunu görürüz. TKP’nin pek çok metinlerinde “Burjuva Kemal” gibi genel olarak burjuvazinin aleyhinde sözler geçtiği halde Parti, tümüyle Kemalizmin aleyhinde değildi. Türkiye Sovyetler Birliği’nin dostu olan devletti. Bu da şüphesiz Türkiye Komünist Partisi’nin davranışlarının üzerinde bir etki yapıyordu. Enternasyonal düzenin de etkisi vardı. Bu bakımdan Türkiye Komünist Partisi’nin de bir özelliği bulunuyordu. Bir taraftan sosyal mücadelesini Kemalizme karşı yaparken, öte yandan da eksik bulmakla birlikte Kemalizmin devrimlerini savunan bir partiydi.
16 YAŞINDAYKEN “DÜNYAYI SARSAN ON GÜN”Ü ÇEVİRMİŞ…
Rasih Nuri aile çevresinde tanıştığı Marxçı düşünce doğrultusunda davranmaya çalışırken, o yılların sosyalistleri arasındaki en başat kavgalardan “Troçkizm”e değinmeden geçmek istemiyor. Çünkü Troçki’nin haksızlığına hiçbir zaman inanmamış.
-1936’da henüz 16 yaşında iken ilk çevirdiğim kitap John Reed’in “Dünyayı Sarsan On Gün”ü idi. Uzun yıllar sonra birisi, o kitabın elle yazılmış çeviri müsveddelerini evimde görünce “Neden yayınlamadın?” diye sormuştu. 1936’da Moskova’da büyük davalar başlamıştı. Bu davalarda Troçki büyük hain ilan ediliyordu. Kitap böyle bir ortama ters düştüğü için yayınlamamıştım. Oysaki Sovyet Devrim muhiti içindeki ilk dönemin Marxistleri, Komünistleri için şüphesiz Ekim Devrimi demek Lenin’le Troçki demekti. O yılların bütün edebiyatına bakarsanız Lenin’le Troçki’yi birbirinden ayırt etmenin olanaksız olduğunu görürsünüz. O yıllarda babamın Fransızca’dan çevirdiği eserlerin bir tanesi de “Lenin ve Troçki” idi. Ne yazık ki, yıllar sonra 1960’larda çıkan Türkçe baskısında “Dünyayı Sarsan On Gün”deki Lenin ve Krupskaya’nın önsözleri yoktur. Oysaki orijinal baskısında her iki önsöz de vardır. Lenin önsözünde “Sovyet devrimini en iyi anlayan John Reed’dir” derken Krupskaya da “Dünyadaki milyonlarca işçi bu kitabı okuyup devrimi ondan öğrenmelidir” demiştir.
Rasih Nuri’ye:
-Türkiye Sol Hareketi’yle ilişkiniz nasıl, nerede ve ne zaman başladı? diye soruyorum.
Bu konuda da şunları anlatıyor:
-1930’lu yılların sonunda üniversite öğrencisiydim. Üniversite evinde Marx’ın, Engels’in, Lenin’in pek çok kitabını okumuş bir insan olarak girdim. İstanbul Üniversitesi’nde önce merkez kütüphaneye gittim. Kataloglarda Marx’ın hangi eseri var diye baktım. Bir iki sol broşür çıktı, Kapital filan zaten yoktu. Marx’tan bir tek kitap çıktı karşıma: Felsefenin Sefaleti. Hemen alıp okudum. Hayatımda beni en çok etkileyen, düşüncemi kalıba sokan kitabın o olduğunu söyleyebilirim. Biliyorsunuz o kitap Proudhon’un Sefaletin Felsefesi’ne karşı Marx’ın bir polemiğidir. Felsefenin Sefaleti’ni okuyunca Marx’ın Proudhon’u nasıl incelediğini, ondaki şatafatlı, parlak, devrimci gibi görünen cümleleri nasıl tahlil ettiğini görerek, bir kitabı sadece okumanın değil, bilimsel süzgeçten geçirmenin gerektiğini öğrendim. Zannederim hayatımın en büyük kazancı o oldu. Kitaplara inanmak değil onları eleştirmek gerekir. Şimdiki gençlere de özellikle Marx’ın o kitabını okumalarını öneririm.
Bu girizgahtan sonra Rasih Nuri biraz durup düşünüyor. Partiyle, partililerle nasıl tanıştığını anlatmaya başlıyor:
-Yıl 1939’du. Ne kadar da tesadüf diyemeyeceğim, demekki ben de aramıştım, içlerinde bir kaçı partili olan bir grupla tanıştım. Aralarında 1946’da Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kurucusu olacak Doktor Habil Amado vardı. Behçet vardı ve daha bir çok arkadaş… Grupta doğrudan doğruya entelektüel olarak Marxizmi inceleyen, üst düzeyde dünya meseleleriyle uğraşan arkadaşlar da bulunuyordu. En göze batanlar sonradan avukat olan Franko Milaslı, bir iki yıl önce Paris’de ölen Prof. İzak Kapuano idi. İzak Kapuano arkadaşımızın üzerinde önemle duruyorum. Çünkü TKP’ye girmemişti ve koyu bir Troçkist’ti. Birkaç yıl sonra grubumuzun çözülüp dağılmasında da Kapuano’nun Troçkist görüşlerinin neden olduğunu sanıyorum. Kapuanoyla Troçkizm, Stalinizm meselelerini sabahlara kadar uyumaksızın tartışırdık. O Sovyetler Birliği’nin bürokratik bir sapma yolunda olduğunu, bu yolun o ülkeyi sosyalizm yolundan ayıracağını iddia ederdi. Ben ise, işçi sınıfının eninde sonunda duruma hakim olup, bürokrasiye yol vermeyeceğini savunurdum.
Burada Rasih Nuri, 90’ların başında Sovyetler Birliği’nde yaşananlara atlayıveriyor:
-Ve hala da 90’larda Sovyetler Birliği’nde olanların bir kader olduğuna yüzde yüz emin değilim. Ve o zamanki Troçki’nin tezlerine göre: Sovyetler Birliği çökecek ve yeniden bir devrim gerekecektir. Şimdi çöktüğüne göre, keşke Troçki haklı olsa da Sovyetler’de yeniden bir sosyalist devrim olsa.
Tekrar kronolojik olarak TKP’yle ilişkilerine dönüyor Rasih Nuri:
-Parti’ye bu ilk dönemde “komsomol” olarak katılmamdan sonra çevremde bir öğrenci grubu oluşturdum. Şimdi isimlerini vermek istemiyorum. Fakat gruptan çok önemli kişiler çıkmıştır. Onların bir kısmı Yüksek Tahsil Gençlik Derneği’nin nüvesiydi. Ben dernekte bulunmadım ama benim yetiştirdiğim, eğittiğim kişiler kurdu derneği. Kurucuları belli olduğu için bazılarının isimlerini söyleyebilirim. Mesela Adil Giray, Nihat Sargın bunlardandı… O dönemin illegal çalışması içindeki bizler aşırı kuşkulu insanlardık. Azıcık fazla soru soran, meraklı olan kimselere “acaba polis mi” diye bakardık. Böyle davranan bir arkadaşı hemen dernekten ve gruptan tecrit ettik. Ama sonradan hiç de öyle biri olmadığı ortaya çıktı. Yalnız tek bir kabahati vardı, babası polisti. Nitekim Yüksek Tahsil Gençlik Derneği’nin kayıt defterinin ilk sayfası o yüzden yırtılmıştır.
Rasih Nuri şimdi TKP ile birebir ilişkisine geliyor:
-Bir başka yoldan, sanıyorum TKP içindeki tek Galatasaray Lisesi mezunuydu, Ferit Kalmuk tarafından partilendim. 1945 senesinde Şefik Hüsnü tarafından Ferit Kalmuk’a bir görev verildi. Kalmuk’un görevi ileride kurulacak legal bir partinin sözcüsü olacak olan “Yeni Dünya” gazetesini Cemil Baykurt’la birlikte çıkarmaktı. Ben de bu nedenle “Yeni Dünya” gazetesinde çalışmaya başladım. Bir yandan da Esat Adil’in çıkardığı “Gün” dergisinde çalışıyordum. “Yeni Dünya”nın 4’üncü sayısının çıktığı 4 Aralık 1945 günü ünlü Tan Olayları oldu. Humbaracılar yokuşundaki Gün, La Türki ve Yeni Dünya dergileri de tahrip edildi. 5 Aralık günü de babam öldü. 9 ya da 10 Aralık’ta, Esat Adil’in Tophane’deki evine gittim. Ne duruyoruz “Gün”ü tekrar çıkartalım dedim.
1946’ya girildiğinde Türkiye’nin siyasi yaşamında büyük bir hareketlilik başlamıştır. Esat Adil’in çıkardığı “Gün” dergisi çevresindeki bir grup komünist, legal bir parti kurma hazırlığı içindedir. Rasih Nuri o günleri şöyle anımsıyor:
-Gün dergisinde Esat Adil’in çevresinde ihraç edilmiş eski komünistlerden Sarı Mustafa (Börklüce), TKP İstanbul İl Sekreteri Hüsamettin Özdoğu, 1938 Donanma Davasındaki mahkumiyetinden dolayı hapiste olan Hamdi Şamilof’un eşi Berber Emine filan vardı. Legal parti kurma hazırlıkları sırasında Şefik Hüsnü babama da bazı talimatlar vermiş, babam da kabul etmişti. Yalnız babam, Şefik Hüsnü’ye: “Bu olacak iş değil üstad. Esat da Cami Bey de muhteris adamlardır. Bu işi götüremezler” itirazında bulunmuştu. Benim anladığım Sarı Mustafa kanalıyla Esat Adil’e telkinde bulundular: Sen TKP’ye aldırış etme, yeni bir parti dönemi açılıyor, bu işi beraber yapacağız gibi. Tabii Esat da buna kapıldı. Oysa ki Esat Adil o sıralarda Lenin okuyan, Lenin hayranı bir devrimci idi. Neden bunu söylüyorum. Aybar nasıl sonradan Lenin ve Leninizm’in aleyhine dönmüşse, 1950’lerde Esat Adil de Lenin’den ve Leninizm’den ayrılmıştı.
Esat Adil’in 1946’da o ilk dönemde TKP’ye karşı bir tutum takınarak, lider benim havasına kapıldığını görünce ben Gün dergisiyle ilişkimi kestim. Birkaç sayı daha çekmelerde kalan bazı yazılarımı yayınladılar. Gün’ün koleksiyonuna bakılırsa, onların aktüel yazılar olmadığı görülür. Ben ondan sonra Adana’ya gittim. Mayıs 1946 olmalı. Önce Esat Adil’in partisi Türkiye Sosyalist Partisi kuruldu. Partinin kurucularından Macit Güçlü bana “TSP’nin Adana İl Örgütünü kurar mısın?” teklifini getirdiği sıralarda Dr. Şefik Hüsnü’nün de bir parti kurduğu haberi geldi. Ben Şefik Hüsnü’nün partisi Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nden yana tutum takındım. Derhal Esat Adil’e bir mektup yazarak, bölünmenin aleyhinde olduğumu bildirdim. Bu mektubun bir suretini de iliştirerek Şefik Hüsnü’ye yazdığım bir mektupta da her türlü görevi almaya hazır olduğumu belirttim. Ve arkasından TSEKP’nin Adana İl Örgütünü kurdum.
Rasih Nuri TSEKP’nin Adana İl Örgütü ve partiye bağlı sendikal örgütlenmeyi nasıl oluşturduklarının hikayesine geçiyor:
-Adana İl Örgütünde Hilmi Artan, Hayati Sencer ve Oruç Ali Tütünkesen gibi arkadaşlarımız vardı. Bunlar genel merkez üyesi olduklarından Adana TSEKP örgütünün ilk üyesi Arif Dino olmuştu. Kısa süre sonra benim yüzümden partide bir anlaşmazlık çıktı. Kadro kazan kaldırarak “Bu adamı nereden buldunuz, Gün’de çalıştı, Esat Adilcidir” dedi. Ama Şefik Hüsnü’den özel talimat alan Terzi Arif beni destekledi. Birlikte kalkıp İstanbul’a genel merkeze geldik Terzi Arif’le. Şefik Hüsnü ile uzun bir görüşme yaptık. İlk kez tanışmıştım kendisiyle. İstanbul’da olduğum süre zarfında Şefik Hüsnü’nün partisinin Beşiktaş’taki bir binasındaki konferansını dinlemiştim. Sonraki görüşmemizde bana “Parti sendikalarda çalışmalı, Adana’da sendikal örgütlenmeyi kur” dedi. Ben Adana’ya dönüp Sendikalar Birliği’nin kuruluşunu yaptım. Fakat belgeleri Adana’dan İstanbul’a getirdiğim gün 16 Aralık 1946 günüydü ve Parti kapanmıştı.
Rasih Nuri’yle konuşmamız dolu dolu eski siyasi beraberlikleri, ayrılıkları, faaliyetleri üzerine yoğunlaştı. Sonunu şöyle bağlıyor Rasih Nuri:
-Partide benim fazla bir gelişme gösermememin nedeni de Troçki’ye karşı yapılan suçlamalara katılmamam, hatta 1936 davalarındaki suçlamalara inanmamamdır. Bu tutumum benim parti içinde geri planda kalmama neden oldu. 1950’de Parti’de Mehmet Ali Aybar’a bağlandım, o bağlılık Aybar’la birlikte TİP’e kaydolmamıza kadar gitti.
Mücadele geçmişindeki hatalardan başlıcasını hırçın ve kavgacı bir üslup olarak görüyor bugün Rasih Nuri:
-Komünist üslup, biçem zannettiğim, çok sert suçlamalar içeren yazılar yazmak ve konuşmaktan pişmanım. Ama ne yapalım ki o yıllarda bütün komünistlerde bu ortak özellikti. Esat Adil de aynı şekilde konuşur ve yazardı. Şefik Hüsnü de. Hatta Mehmet Ali Aybar da. Nitekim Aybar bizi TİP’in içindeyken, Partiyi ele geçirmek isteyen illegal komünist partisinin adamları şeklinde bir yandan ihbar ederken, öte yandan da CIA ajanı olduğumuz şeklinde yazılar yazıyor, konuşmalar yapıyordu. Benim de aynı şekilde, ona ve başkalarına karşı aynı sertlikte yazılarım vardır. Bugün o yazılarımın içeriğinden dolayı değil de, üslubundan dolayı üzgünüm. Keşke sol kendi arasında kavgacı ve hırçın bir üslupla yazıp konuşmasaydı, daha terbiyeli olsaydı. Şimdiki dönemin en büyük meziyeti sanıyorum hırçınlığın bastırılmış olması…
Rasih Nuri “din dışı bir ailede” yetiştiği için dinle bir probleminin olmadığını, ölümünden sonra cenaze töreni için özel bir vasiyetinin bulunmadığını, varını yoğunu kitaba ayırdığını filan anlatıyor. Ama sosyalizmin şimdiki haline baktıkça “İlle Troçki” diyor Rasih Nuri:
-Troçki’nin söylediklerini bir kez daha incelemek istiyorum…
Bir kitap deryasının içindeki Rasih Nuri’den ayrılıyorum.

Bir “Küçük Moskova” Tuzluçayır Mahallesi


Tuzluçayır Mahallesi, Mamak İlçesi’ne bağlı olup adının nereden geldiği konusunda net bir bilgi yoktur. Yaşayanlar veya internet üzerinden bilgi taraması yapıldığında buna dair bilgiye ulaşılamamaktadır. Belki devlet, hükümet, üniversite arşivlerinde veya basılı yayınların taranmasında buna dair bulgular elde edilebilir, fakat ne yazık ki şu anda böylesi bir bilgiden mahrumuz. Kendisiyle görüştüğümüz Yelda Yürekli arkadaşın, “80 DARBESİ VE TOPLUMSAL MUHALEFETE ETKİSİ: MAMAK/TUZLUÇAYIR MAHALLESİ ÖRNEĞİ” başlıklı Lisans Tezi Tuzluçayır’a dair, mevcut tek akademik çalışma özelliğinde olup, pek yakında henüz adı konulmamış bir kitabı da yayınlanma aşamasındadır.
Tarih konusu ise kendi içinde de tartışmalı bir sorun olmaktadır. Tarih denilince insanların aklına ilk önce geçmiş zaman gelmektedir doğal olarak ama geçmiş tarih, şimdiki insanların, sınıfların, kastların, eğilimlerin veya hareketlerin, ideolojilerin, politikaların merceğinden ne kadar bağımsız olabilir? Şu da bir gerçektir, insanlar ya da gruplar vs. geleceği nasıl görmek istiyorlarsa, geçmişe de o açıdan bakarlar. Ve şu da bir gerçektir ki insanların ya da grupların sosyal varlığı ya da gerçekliği geçmiş ve gelecek tarihi değerlendirmelerinde asıl belirleyen olmaya devam etmektedir. Bütün bunlardan bağımsız gerçekliğe ulaşmak ise bir hayli zordur. O yüzden bizim söylediklerimiz de bu ideolojilerden bağımsız saf gerçekliği ortaya çıkarmaya elverişli bir metoda bağlıdır. Bu yapılırken kimsenin kaşına gözüne bakılmamalıdır. Ortaya çıkan sonuç bizim çıkarlarımıza aykırı bile olsa kabullenilmesi demektir bu metodoloji ya da yöntembilim…
Bir demokrat ya da devrimci Tuzluçayır’ın tarihi söz konusu olduğunda geçmiş demokratik ve devrimci süreçlerin irdelenmesi ile yetinebilir. Ama bu makale eldeki verilerin yazılı olmamasından dolayı eksik kalacaktır. Çünkü her şeyi bilen internet “tanrısı” dahi mahallemiz konusunda sessizdir. Umarız Yelda arkadaş gibi arkadaşlar çıkar ve birkaç tuğla koyar. Bizim yaptığımız ise tuğla bile sayılmaz, olsa olsa bi gıdım harç olabilir.
Modernizmin, Postmodern çağa evrildiği bu çağda insanların en küçük dayanışmayı bile gerçekleştirirken gösterdiği kuşkular ve bireyin yalnızlığı bir veridir. Tuzluçayır’ın eskileri de yalnızlıklarını dayanışma özlemleri ile gidermek isterler geçmiş günleri yadederken. Tüm yaşlılar da bu romantik özellikler görülür. Eskinin rezaleti genellikle unutulur, bastırılır ve zamanla hiç hatırlanmaz. Günümüzdeki mahalleliler aslında bu yalnızlığa doğal gibi görünen sebepler sonucu ulaştıklarını zannederler oysa bu gerçeklik somut değil, derinden işleyen yasalara (geçmiş kuşakların geleneği) bağlı olarak gelinmiştir.
Gecekondu tekil çekirdek ailenin yaşam alanı iken apartman pek çok ailenin sosyal yaşam alanı haline gelir. Kırdan koparak şehrin yani modernizmin özgür bireyi haline gelenler gecekondularında kendiliğinden komün geleneğini sürdürürler ama bir taraftan da özgür bireyler haline geldiğinden bu komün geleneklerini de terk ederler. Tuzluçayır’ın gecekondudan apartmanlaşmaya evriminde ve gelişiminde derinden işleyen yasa bu olmalıdır ve temelde şu prensibe bağlıdır; “Bilinç varlığı belirlemez, tam tersine bilinci belirleyen varlıktır.”
Yaşayan en son komün olan Dersim, nasıl ki komünden uygarlığa zorla geçirilmişse ve aslında uykuya dalan komünler de gelenek olarak modern toplumda yaşamaya devam etmektedir. Modern toplum hiçbir gelenek oluşturmaz, tam tersine geleneğe karşı konumlanır. Ama komün, gelenek demektir ve dayanışma geleneği eğer varsa bu uykuya dalan komünün kuğu çığlığı anlamına gelmektedir. O yüzden Tuzluçayır’ı yapan gelenek şimdilerde herkesin dilinde bir türkü haline gelmişse bakılması gereken yer, somut gerçekliğin dip akıntıları olarak derinden işleyen (soyut) toplumun hareket yasalarıdır.
İlk yerleşimler 1950 yıllarında yaşanmış olmalıdır ama bu aslında “ilk” olmaktan ziyade nüfus yoğunlaşması veya mahalle haline gelmiş yerleşim biçimi olarak ilk sayılmalıdır. 1950 yıllarında Mahalle’nin yoğun olarak Beypazarı’na bağlı Karaşar köylülerince eski çöplük kenarlarına, ilk gecekonduların yapılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Eski çöplük olarak bilinen yer şimdiki Sülüklüdere olarak bilinen ve Karakol ile Hatip Çayı arasında kalan bölgedir. Cami-Cemevi projesinin yapıldığı yerler eski çöplük üzerine yapılan gecekondular veya barakaların olduğu bölge hala yaşamakta olan gecekondular eski yerleşimler olarak bilinmektedir. Ama en eski yerleşim sayılmayacak yapılar da hala mevcuttur. Şimdiki Natoyolu’na giriş yapılan kavşak üzerinde en eski sayılacak bir bina da mevcuttur.
Çocukluğumun geçtiği 1966-67 yılları ve 1950’li yıllara dair tanık beyanları, buralar; eskiden üzüm bağlarının, badem ve dut ağaçlarının olduğu geniş yeşilliklerin olduğu bir yerdir. 1970’li yıllara kadar yaşayan, Abidinpaşa’da (Şimdiki T. İş Bankası’nın olduğu yerde) bir şarap fabrikasının varlığı bilinmektedir ve bu fabrikanın varlığından bu çevrenin üzüm bağlarının genişliği hakkında bir fikir elde etmek mümkündür. Şu an Muhtarlığımızın bulunduğu mevki çok yakın zamana kadar bağ idi. Nitekim, Seyran Bağları denilen mevki de bu mahalleye yarım saatlik yürüme mesafesindedir. Tuzluçayır adı da bölgenin dokusundan gelmelidir.
Tuzluçayır mahallesi tüm Anadolu’dan göçler alan bir yerleşim alanıdır. Demografik olarak Sivaslılar, Çorumlular, Karaşarlılar, Deliceliler, Kırıkkaleliler, Develiler, Yozgatlılar sırasıyla çoğunluğu oluşturan kesimleri oluşturmuşlardır.
Mahallenin meşhurları saymakla bitmez, Sivaslı Kara Zeki, Kara İbrahim ve Hasan Köse gibi kabadayılar, aslında antik komünün devrimci öncüleridirler ve o zamanki siyasal öncüler de aslında onlardan farklı işler başarmamışlardır. Özellikle Hasan Abimiz, bizim gecekondumuzu savunmaya gelen tek biricik sima olarak hafızama kazınmıştır. Babam ve annem hala bu insanı gururla ama ölümünü de üzülerek anarlar. 1968 hareketinin önderlerinden Ulaş Bardakçı, (ablası bu mahallede ikamet etmiştir.) Sonrasında 1978’liler olacak olan o dönemin çocukları bizler, Mahir Çayan adını o zamanlar bilmezdik ama Ulaş’ın adı Ankara’nın her yerinde bilinirdi ve türlü hikayeler anlatılırdı ve masallarla süslenirdi Ulaş, Deniz ve İbo adları… Mustafa Timisi (pazarcılık yapar) ve Süleyman Ayten (muhtar) gibi siyasal kişilikler ve-veya Feyzullah Çınar, Ala Deli, Ali Kızıltuğ gibi aşıklar bu mahallenin yetiştirdiği evlatları sayılır. Hatta şimdiki Mamak Belediye Başkanı Mesut Akgül de bu mahalleden sayılabilir. Öldüğünde cebinde 2,5 lirası olan Temizlik Çavuşu olan Aşık Feyzullah Çınar, Tuzluçayır ahalisinin en meşhur parkında yaşamaktadır. Gezi direnişçileri ve şehitlerinden olan Ali İsmail Korkmaz adı da bu aşığın yanına eklenmiştir ve yine bu parkın içinde Belediye müştemilatı olan gecekondu, Ethem Sarısülük kitaplığı olarak ‘kamulaştırılmıştır’. (Büyük ihtimal 1980 öncesi Halkevleri de bu yapıda faaliyet yürütmüştür.
1980 öncesi ilk siyasal oluşum dernekleşme faaliyeti olarak başlamıştır. İlk dernek Pahalılıkla ve İşsizlikle Mücadele Derneği (PİM) olarak kurulmuş olması tanık beyanları olarak mevcuttur. Ama bu dernek yine beyanlara bakıldığında çok güçsüz olarak görülmelidir. Asıl muhalefeti toparlayan dernek ise yine PİM’in bulunduğu Süleyman Ayten Caddesi üzerinde Erenler Kıraathanesi karşısında kurulmuştur. Tanıklar ismini tam hatırlamıyor ama adı büyük ihtimal Demokratik Kültür Derneği (DKD) biçimindedir. Erenler Kıraathanesi ise Süleyman Ayten Caddesi üzerinde, şimdiki A-101 ‘in olduğu yerdir ve karşısında kurulan DKD ile siyasal toplantıların yapıldığı önemli bir noktadır.
Bütün muhalefeti örgütleyen bu dernekte Doğu Perinçek’in de katıldığı paneller yapılmış ve THKP-C ‘liler (Dev-Yol ve Kurtuluş)bu dernekle ilişkilerini kesip Halkevleri içinde faaliyet yürütmüşlerdir. Apocular olarak oluşturulan PKK hareketi de bu mahallede ev toplantılarıyla işe başlamıştır. Önemli bir adres olarak da PKK kurucularından Rıza Altun’un evi (1970’lerdeki Ege Mahallesi yapılaşması içinde) anılmaktadır. Belki de “sol içi cezalandırma” sonucu ölüm (Mehmet Uzun’un vurulması) yine Süleyman Ayten Caddesi üzerinde olmuştur.
Tuzluçayır 1980 öncesi tamamına yakını Alevi inancına sahiptir ve gecekondularda yaşamaktadır. Tamamına yakını şimdilerde “enformel sektör” diye tabir edilen işlerde çalışmaktadır. Tamamına yakını yine işçidir ama kırdan yeni kopmuş “yeni özgürleşmiş köle” olarak şehir varoşlarına tutunmuşlardır. Bu zorlu tutunma doğal olarak dayanışmayı gerektirir… Tüm varoşlarda olduğu gibi dayanışma özellikle devlet, hükümet ve belediye başta olmak üzere faşist ve gerici baskılara karşı gelişmiştir. Aradan geçen zamanda bu tutunmanın mahiyeti değişmiştir. Eski tutunma, insanlığın dirimsel bir ihtiyacı (konut) olarak belirmiş ve işler doğası gereği siyasal muhalefete oturmuş, hem dünyayı hem de Türkiye’yi sarsan 1968 Gençlik Hareketi kendisini yetiştiren humuslu toprağı Tuzluçayır gibi mahallelerde bulmuşken tutunmanın mahiyeti siyasal dayanışma olabilmiştir. En hararetli teorik tartışmaların yapıldığı yer aynı zamanda pratik-politik mücadelelerin de yükseldiği bir yer olmuştur Tuzluçayır… Eskiden her iki mücadele de (teorik ve politik) aynı zamanda cereyan ederdi, şimdilerde ise farklı kulvarlarda… Hiç kimse teorik mücadele yürütmüyor, tartışmıyor bile… Pratik-politik mücadeleler ise zayıf kalıyor, en son Gezi Direnişi hariç tutulduğunda tablo bu şekildedir. Bu teorik tartışmaları yakın akrabaların evlerinde tanık olan ve Kaypakkaya’nın  daktilo yazılarını çalarak okuyan biri için çok vahim bir tablodur. Ve burası öylesine tabu tanımazdır ki Doğu Perinçek karşısında bir Çaycı Rıza O’na nutuk çekmekte bir beis görmemektedir. Halkevleri içinde yapılan bir tartışma esnasında eli bastonlu bir dedenin, bir devrimciye; “senin söylediğin doğruysa, Lenin baba haltetmiş!” diyenlere rastlamak mümkündü…
Görünen odur ki Tuzluçayır Mahallesi Siyasal Bilgiler Fakültesi gibi 1968 hareketinin devrimci gençliği için halkla buluşma noktası olmuştur. Tuzluçayır, Cebeci kampüsündeki üniversitelere yakındır yürüme mesafesi yarım saat olan bu uzaklık, öğrenciler için hem ikamet edilir hem de devrimci faaliyet yürütülür bir nokta olmaktadır.
Sobacı Akif “Eve giderken korkuyorum, Tuzluçayır kozmonot bir yer oldu” demişti, sohbetimizde.
Akif Abi’nin bu korkusu yeni bir algı da olabilir, gerçekliğin ta kendisi de… Eski yaşam tarzları, yenilere yenik düşüyor her yerde… Tüm yaşlılar sizlere geçmiş tarihin ne kadar rezil olursa olsun, kendilerine ait tarihleri ile güncel akıp giden ve gelmekte olan tarih ile büyük bir çelişki içinde olduklarını her sözlerinde ve özellikle anılar anlatılırken tespit ederler. Müthiş bir gelecek korkusu tüm yaşlılarda mevcuttur ve şimdiki kuşaklar belirsiz bir geleceğe doğru yuvarlanmaktadırlar. Akif Abi şimdilerde uyuşturucu çetelerden, terörden, her türlü ahlaki yozlaşmalardan korkmaktadır. Peki bu korku ve terör önceleri hiç yaşanmamış mıdır? Görünen o ki “sağ-sol çatışmaları” 1980 öncesi her yerde olduğu kadarıyla ve ondan daha fazlası Tuzluçayır Mahallesinde yaşanmıştır. Hemşerilik türünden ayrışmaları 1970’lerde “sağ-sol” ayrışmaları takip etmiş olmalıdır. Ama Akif Abi “milletin dini, imanı, peygamberi para olmuş” diyerek bu korkusunu açıkladığına göre sorun daha derinlerde olmalıdır. Anlaşılan o ki durum ümitsizdir.
1950’li yılların sonuna doğru babam buralara kaçak getirirmiş. 1966 yılı da benim 5 yaşıma denk gelen uğursuz bir yer olarak beynimde yer aldı. Şimdiki Pir Sultan Derneği karşısında yer alan düzlükte çocukların oyun alanı olarak işlev gördü. Ve Süleymanayten cad. ile Okullar Cad. kavşağında yer alan Tuzluçayır Sineması ile ilk sanatsal buluşmalar yaşandı. Açık hava sinemaları o zamanlar bütün toplumun sosyal faaliyet merkezleri idi. Bu dönem yapıtlarının en berbat senaryolarında dahi, zengini iyi, fakiri kötü gösteren bir filme nadiren raslanırdı veya hiç yoktu. Mahallede iki açık hava sineması daha vardı; Kader Sineması şimdiki Kiler Market civarındaydı ve Endüsri Meslek Lisesi de Türk-İş Sineması’nın yerine yapılmıştır. Son iki sinemanın arka tarafı ormanlık bir alandı. Pazar yeri ve futbol oynadığımız geniş sahalar buralardaki yerlerdi. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren buralar, “silahlı çatışmaların yaşandığı tarla” olarak hafızalarda yer etmiştir. “Tarladan geliyorum” demek, “çatışmadan geliyorum” demekti…
1950’lerin ikinci yarısından 1960’ların son çeyreğine kadar yakın mahalleler kurulmamıştı. Bu tarihten sonra çok az bir yapılaşmanın olduğu Şahintepe ve sonrasından giderek Ege Mahalleleri ve en sonra da bugünkü sınırlarını belirleyen ve Tavuk Çiftliğinin olduğu (Şimdilerde büyük AVM’ler var buralarda) yere kadar olan bölge adım adım gecekondulaşmaya veya siyasal çatışmalara sahne oldu. En şiddetli çatışmalar da sanırım Saime Kadın sınırları ile Ege, şimdiki Cengizhan ile Durali Alıç Mahalleleri arasındaki bölgelerde olmuştur. Buranın devrimcilerinde şöyle bir klişe oluşmuştu; “Tuzluçayır’ın adı, Ege’nin aslanları!”
Yeri gelmişken belirtelim; bizlere göre bu çatışmalar “sağ-sol çatışması” değildir, aksine yeryüzünde belki de ilk kez tanık olunan şey, bir faşist hareketin bir öncü gençlik hareketiyle geriletilmesi hatta yenilgiye uğratılmasıdır. Bu konu ayrı bir tez konusu olmaya adaydır. Çünkü dünyada bütün faşist hareketler ancak bir kitle hareketi veya uluslararası bir savaşla yenilgiye uğratılmıştır. Ama 1970 kuşağının gençlik hareketi ancak bir öncü hareketi olabilirdi ve kitlelerin desteğini kazanmış bir öncü olarak işlerini hallediyordu. Bu gençlik hareketinden çıkan bütün hareketler de aynı şekilde bu geleneğin devamını oluşturmuşlardır. Bu hareket halkı savaşa sürmekten imtina ederdi, ona öncülükten anladığı himaye etmekten ibaret kalıyordu ve şimdilerdeki hareketler de aynı şekilde himayecidirler. Yanlış olan ya da eksik olan şey kısaca kitlelerin hareketidir. Oysa devrim denilen şey “kitlelerin eseri” değil midir?
1980 öncesinde pek çok “küçük Moskovalar” kurulmuştur, sanırız hem ezilenler hem de egemenlerin aynı sıfat-isimle andığı başka bir Tuzluçayır olmamıştır.
Ali Ekber Güler
05.02.2015

1 Aralık 2014 Pazartesi

HDK-HDP TARTIŞMASI ÜZERİNE (Muhsin Dalfidan’a Yorum)




"1- HDK-HDP üzerinde yürütülen son dönem tartışmalar bir yana, genel olarak HDK ve HDP gerekli midir?” (M. Dalfidan)
Bu madde içinde üç bent halinde ele aldığınız konulara yaklaşımınız doğrudur. İkinci bent kendi içinde sorunludur. Bu bentte “sınıf mücadelesiyle devrimci demokrasi mücadelesi” iki ayrı ve fakat birleştirilmesi zorunlu mücadeleler olarak ortaya konulmuştur. Aslında sınıf mücadelesi ve devrimci demokrasi mücadelesi birbirinden farklı mücadeleler değildir. Siz sınıf mücadelesini “ekonomik” alanla sınırlamadığınız durumda politik olduğu apaçık bir gerçektir, sınıflar mücadelesi nesnel bir durum olduğuna göre iktidar veya siyasal alandan ayrı düşünülemez. Bizler ekonomist değiliz, her sınıf mücadelesi iktidar ile ilişkilendirilir ve bu bakımdan devrimci demokrasi ile doğrudan ilişkilidir.
Fakat siz bunlardan bahsetmiyorsunuz, kavramları başka anlamlarda kullanıyorsunuz. Şunu demek istiyorsunuz: Bizler sınıf mücadelesi veriyoruz, kürtler de devrimci demokrasi mücadelesi… ve ekliyorsunuz: bu ikisi birleştirilmelidir. Kullandığınız kavramlar doğru değil. Günümüzde hiçbir mücadele nesnel olarak sınıflardan bağımsız olamaz. Bu bütün Marksistlerin bildiği bir gerçektir. Sınıflar mücadelesi nesneldir ve bu nesnellik (gerçeklik) üzerinde hareket eden özneler (partiler, hareketler) vardır.
(Devrimci demokrasi, Radikal demokrasi veya genel olarak demokrasi konusu ilerde ele alınacaktır.)
“2- Genel olarak HDK-HDP’nin gerekliliği tartışma götürmez. Ancak HDP seçim partisi olarak kurulmuşken, seçimlerden sonra HDP’nin seçim partisi olarak devam etmemesi gerektiği/edemeyeceğinde ortaklaşılmış görünüyor. Bunun nedeni nedir?” (M. Dalfidan)
Göründüğü kadarıyla HDP, HDK’nin önüne geçmiştir. Bu durum doğal (nesnel) bir gerçektir. Çünkü HDK gibi meclislere dayanan bir yapı ve adı kongre olan bir yapı devrimci mücadelenin en zirve noktalarında oluşur. Dünyanın her yerinde de böylesi yükselişler sırasında kendiliğinden oluşur. Bizde ise farklı bir gelişme göstermiştir. HDK kitleler tarafından değil, kitlelerin politik öncülüğüne soyunan politik örgütlenmeler eliyle kurulmuş olduğundan böylesi sorunlar yaşanmaktadır. Aslında HDK gerçek bir kongre de değildir. Öyle olmadığından, HDK de gerçek bir parti olmamıştır. Yani doğum Kürt Özgürlük Hareketi’nin zorlaması sonucu Kıvılcımlı’nın deyişiyle “devrim zorlaması ve demokratik zortlama” biçiminde olmuştur.
(Meclis konusu ilerdeki bahislerde tekrar ele alınıyor.)
“3-Asıl olan HDK ise, HDP’nin seçim partisi olarak kalması daha doğru değil midir?” (M. Dalfidan)
HDP seçim partisi olarak kurulmamıştır en azından bizler böyle bilmiyorduk. Seçimler yaklaşırken kurulmuş olması bu partiyi seçim partisi yapmaz. Bu varsayıma göre kitlelere yalan söylenmiştir çünkü HDP program ve tüzüğünde bu manada hiçbir şey yoktur. Eğer bir seçim partisi ise bu programında yazardı ve uzun uzun program ve tüzük tartışmasına da gerek kalmazdı.
HDP bir seçim partisi olarak da örgütlenebilirdi ama bu kitleler açık açık söylenmeliydi. Ve bu açıklık seçim bildirgesinde açık açık yer almalıydı. Bu açıdan bakıldığında Bürokrasi kaçınılmaz olarak hakim konuma gelir. Çünkü partiyi kontrol kaçınılmazdır. Ve aslında parti önderliği de yoktur çünkü bürokrasinin olduğu yerde önderler değil, bürokratik tüzükler olur. (Başımıza gelen belalar da bundandır.)
HDK ilk önce cinleri (siz bunları “bileşenler” biçiminde okuyun!) toplamış ve sonrasında bunlardan kurtulamamıştır. Kendimize dışardan baktığımızda görünen durum budur!
 (Bileşenler ve özelde SYKP ile HDP-HDK ilişkisi üzerinde durulacaktır.)
“4-Demokrasi, demokratik hak ve özgürlükler, radikal demokrasi ve devrimci demokrasi nedir?” (M. Dalfidan)
Bu bağlamlarda ele alınan kavramlarda tam bir karışıklık söz konusudur. Muhsin arkadaş bu kavramlara açıklık getirmek istemektedir ama bu kavramları kimler öyle kullanmaktadır ve Muhsin kimleri eleştirmekte veya katkılar sunmaktadır bilemiyoruz. Bahsedilen kavramlar Marksizm içinde farklı anlamlara sahiptir. Her şeyden önce demokrasi bir devlet biçimidir ve burjuvazi demokrasi savaşımını bırakalı epey zaman geçmiştir.
Marksizmde Paris Komünü ve Sovyet deneyi vardır en çok bilinen… Paris Komünü ve Sovyetler Birliği demokratik bir cumhuriyettir. Demokratik cumhuriyet ile Proletarya Diktatörlüğü aynı şeydir. Bunlar sanki iki farklı devlet biçimi imiş gibi konulmaktadır. Bakınız Marks, Engels, Lenin vb önderlerimiz “proletarya diktatörlüğünü görmek mi istiyorsunuz? –Paris Komünü’ne bakın!” sözünü tekrar tekrar ikrar etmiş olmalarına rağmen bu farklı kavrayışlar günümüzde gittikçe karmaşık hale getirilmektedir. Bu özellikle yapılmaktadır çünkü hiçbir yaklaşım sınıflardan bağımsız değildir. Yani varlık düşünceyi belirler, son tahlilde…
Biz Marksistler başka türlü bir devlet biçimini savunmayız. Ama gerici bir diktatörlük (kendini bir etniyle, kanla, soyla, ırkla vb. tanımlayan faşizm veya kendini bir dinle tanımlayan devlet biçimleri de faşizm olarak değerlendirilebilir) karşısında en kötü burjuva demokrasisini de savunuruz. (Gericilik vardır –kendini kültürle, tarihle, coğrafyayla, dille tanımlayan ulus-devlet- bir de çifte kavrulmuş gericilik –kendini, bir etni ile, dinle tanımlayan ulus-devlet) vardır. Bizler bu tip ulus-devletleri de gerici olarak görmekten vaz geçmeyiz ve programımızda bunların yıkılmasını söyleriz ama en kötüsü karşısında kötünün iyisini seçtiğimizi açık olarak söyleriz. Nitekim Rojava’da karşılaştığımız durum budur. Şimdilik Barzani veya ABD ve veya AB ile zorunlu bir ittifak kurmuşuzdur. Ölmemek için paramızı veya malımızı vermişizdir. Politik hareketler böylesi geri çekilmeler yaşarlar ama bu geri çekilmeleri de açık bir dil (taktik) ile kitlelerin önüne konulmalıdır.
Radikal Demokrasi de bu bağlamda konulmalıdır. Siz ortalıkta dolaşan Radikal Demokrasi ile Marksist Radikal Demokrasi arasındaki farkı her adımda ortaya koymalısınız. Bizce Radikal Demokrasi ile Demokratik Cumhuriyet veya Proletarya Diktatörlüğü aynı şeylerdir.
Chantal Mouffe ve Habermas’tan Laclau’ya; Negri’den Öcalan’a kadar diğer bütün demokrasi projeleri bu ilişkiyi ters yüz etmekte ve demokrasiyi bir rejim; bir yönetim biçimi olarak tanımlamaktadır. Onlar toplulukların (Ulusların) eşitliğini savunmaktadırlar. Radikal veya gerçek demokrasi ise bu eşitliğin ancak ulusların politik alanın dışına atılmasıyla sağlanabileceğini savunur.
Bu bahis birkaç fırça darbesi ile anlatılamayacak denli derinliklidir ve Muhsin yoldaşımız da bir Marksist olarak bunun farkındadır. Şimdilik bu bahse bir ara verelim ve Radikal Demokrasi üzerine yapılan tartışmalara Google üzerinden ulaşılabileceğini ifade etmekle yetiniyoruz.
“5- Kürt sorunu öncelikli sorun değil mi? Öyle ise, öncelikle Kürt sorununun çözümü ve bunun için HDP’nin esas olarak Kürt sorunu merkezli bir devrimci demokrasi mücadelesinin öznesi olması uygun olan değil midir?” (M. Dalfidan)
Bu maddede ele alınan yaklaşımlar genel olarak doğrudur. PKK “Kürt Sorunu”nu Demokratik Cumhuriyet veya aynı anlamda bir Radikal Demokrasi ile çözüme kavuşturmak istemektedir. Bu bir demokratik devrim demektir. Ve her devrim devletin yıkılması ve demokratik bir temel üzerine yeniden kurulmasını programlaştırmak zorundadır. Mevcut yasalar içinde bu açık bir dille söylenmeyebilir ama uygun bir dil her zaman bulunur. Amaç devletin dönüştürülmesi veya reformlar değil, devrimdir. Değiştirmek istiyorsanız bu zorunluluk bütün kitleler önüne açık biçimde konulmalıdır. Aşağıya aktarılan cümle ile aslında söylenmek istenen budur!
“Demokratik çözüm, ancak egemen ulus ve devletin topyekûn demokratikleşmeye zorlanması ve sağlanmasıyla mümkün olacaktır.” (M. Dalfidan)
Hiçbir sosyal hareket kendi öznelerinin gücüyle başarıya veya zafere ulaşamaz. Bu da tarihin bize öğrettiği acı bir derstir. Bu gerçeklik işçi sınıfı yanında yer alan tüm Marksistler açısından öğrenilmesi gereken ilk derstir. Bu dersi ilk önce Öcalan “Kürt Sorunu” bağlamında idrak etmiş ve bilince çıkarmıştır. O yüzden yeni bir stratejik hamleyi Demokratik Cumhuriyet olarak yapmak zorunda kalmıştır. İşçiler, işçi sınıfının çıkarlarını savunarak iktidara gelemezler, bunun için tüm ezilenleri aynı bayrak (program) altında bir araya getirmeleri gerekir. Bu durumda o hareket veya parti bir işçi sınıfı partisi veya işçi hareketi olmaktan çıkar, çıkmak zorunda kalır. (Bu sorun o yüzden Marksizmin bir sorunu haline gelir.)
Bu bakış açısıyla görüşlerimizi tekrar ifade edelim: “Kürt Sorunu” biz Marksistlerin öncelikli sorunu değildir, bizim öncelikli sorunumuz “Türk Sorunu” olmalıdır. Kısaca amacımızı (programımızı) ifade edelim: Ulusun veya Devletin Türklükle tanımlanmasına son vermek…
Eğer bu sorunu öncelikli olarak çözersek o zaman bütün ezilenler bizi takip eder. PKK’nin temsil ettiği yoksul köylüler ve işçiler de öyle… Türk Sorunu olduğu için Kürt Sorunu vardır. Bu devlet yada ulus kendini Türklükle tanımladığı için Kürt Sorunu, Ermeni Sorunu, Azınlıklar Sorunu veya Aleviler Sorunu vardır. O yüzden bütün muhalefet bu amaçla hareket etmek zorundadır, aksi halde hiçbir sorun çözülemez.
“6- Sadece Kürt sorununun demokratik çözümünün gerçekleştiği diğer yönleriyle otoriter ve totaliter bir devlet yapısının devam ettiği bir durumun mümkün olmadığı açıktır. Dolayısıyla Kürt sorunuyla sınırlı bir demokrasi mücadelesinin gerçekçi ve başarısının mümkün olmadığını görüyoruz. Ama HDP’nin topyekûn devrimci demokrasi mücadelesinin öznesi olacak bir parti olarak örgütlenmesinin ve diğer bileşen partilerin HDP içine tam boy girerek ve gömülerek sönümlenmelerinin ne sakıncası olabilir? Olması gereken bu değil midir?” (M. Dalfidan)
Yukarıda ele alınan bahis iki kısımda ele alınmalıdır. Birinci cümle içinde özneler ve çıkış konusunu 5. Madde içinde vermiş durumdayız. Gelelim ikinci kısımda söylenenlere yani, “diğer bileşen partilerin HDP içine tam boy girerek ve gömülerek sönümlenmeleri…” meselesine…
Biz Marksistler hiçbir bileşenin sönümlenmesine karşı değilizdir. Tüm partiler sönümlenmelidir, HDP de sönümlenmelidir. Ama Muhsin yoldaşımız HDP içinde sönümlenmeyi kastetmektedir. Bu kasıtta olanlar var mıdır, bilmiyoruz. Kimlerdir bunlar? Eğer bilenlerimiz varsa yardımcı olsunlar.  “bu savunu sahiplerinin başında HDP içindeki bağımsız özneler gelmektedir” diye açıklıyor Muhsin yoldaş…
Bu bağımsız özneleri tanımıyorum. Ayrıca şu BAĞIMSIZ ÖZNE ile anlatılmak istenen nedir? HDP içinde partili olmayanlar mı vardır? Bu nasıl olur? Bir özne eğer partili ise bağımsız olamaz ki?!
BİR PROTESTO
HDP’li HDK’li OLANLAR ASLA BAĞIMSIZ DEĞİLDİR. BU ÜYELERE BİR HAKARET olmasında öte eşyanın tabiatına, bilime (sosyoloji olarak marksizme) İHANET  olmaktadır. Derhal bu tutumdan ve belirlemelerden vazgeçilmelidir. Çünkü bileşenler bütün muhalefet karşısında henüz azınlıktırlar ve bütün muhalefet bir araya geldiğinde ve gelmesi isteniyorsa bütün bağımsızlar HDP içinde yer almaları ile mümkündür.
Şu gerçeği ortaya koyalım: hiçbir bileşen üye tabanını genişletememektedir. Ve HDK-HDP içinde yer alan bileşenler bunun suçunu Kürtlere atmaktadır. Aslında “Herkes HDP’ye!” başlığı ile kaleme alınan yazımızda bu varsayımları eleştirmiştik. Benzer varsayımı burada da görmekteyiz. Bu varsayımlar temelde metafiziktirler, şöyle ki bu varsayımlara göre “bilinç, varlığı belirlemektedir”.  Muhsin yoldaşımızın üç bent halinde sıraladığı yaklaşım tamamen metafiziktir.
  “a-Komünist görüşlere sahip olmamak dolayısıyla komünizm mücadelesi diye bir sorunu olmamak.  Sadece demokrat olmaktır. (Bunun suçlama konusu olacak bir durum olmadığını, doğal ve meşru bir tercih olduğunu belirtmek isterim.)
b-Komünizmi ütopya olarak anlamlı bulmak ama değişik gerekçelerle gerçekleşme ihtimaline inanmamak.
c-Demokrasi mücadelesi ile sınıf-komünizm mücadelesi arasında ardıl bir ilişki kurmak. Önce demokrasi mücadelesini başarıya ulaştıralım, sonra sınıf-komünizm mücadelesinin araçlarını geliştirir ve sınıf mücadelesini yürütürüz anlayışını savunmak.
Bu gerekçeler aynı zamanda, komünist öznelerin-partilerin kendilerini sönümlendirerek HDP’ye katılmalarının mümkün olmamasının da gerekçeleridirler.” (M. Dalfidan)
“Bizim hareket noktamızı oluşturan öncüller, keyfi temeller, dogmalar değillerdir; bunlar, onlara ilişkin soyutlamaların ancak imgelemde yapılabileceği gerçek öncüllerdir. Bunlar gerçek bireylerdir, bu bireylerin eylemleri ve —hem hazır buldukları hem de kendi eylemleriyle yarattıkları— maddi yaşam koşullarıdır. Bu öncüller, demek ki, ancak ampirik olarak oluşturulabilirler.” (Alman İdeolojisi)
Sık sık duyarız: “komünizm, ulaşılması gereken bir yüce amaç değildir, o toplumun sınıflara bölünmesine bir son veren maddi koşulların bir sonucudur” diye… Yani bizler bilimle hareket ederiz, parlak düşüncelerle değil… ütopyalar, fikirler sadece bu maddi olguların soyutlaması olarak kabul edildiğinde bilimsel olmaktadır.
Bir an için Muhsin arkadaşımızın saydığı üç gerekçenin başkaları tarafından aynen savunulmakta olduğunu varsayalım. Bu durumda dahi bizler neden sönümlenelim ki?
Sönümlenme konusuna bir parantez açalım: bizler sönümlenebilir bir devletten yanayız. Bu tip bir devlet Paris Komünü veya Sovyetler tipinde bir demokratik cumhuriyettir. Bu nedenle bizler Radikal Demokrasiyi savunmaktayız. Marksizm konuyu böyle almaktadır. O halde siyasal örgütler neden sönümlenmek üzere harekete geçmesin? Bizler yıllar önce “Leninist partinin amacının kendisini sönümlendirmek için gerekli maddi koşulları hazırlamak” biçiminde hareket ediyorduk. Maalesef bu gelenekler unutuldu. Şimdi başka bir formül altında söylediklerimizi özetleyelim: bizler (Marksistler) kendimizi gereksiz hale getirecek koşullar için mücadele ederiz
Muhsin arkadaşımızın bahsettiği son gerekçeyi bizzat EMEP veya ESP’li yoldaşlarımızdan duymuşuzdur. “İlk önce şu kürt sorunu çözülsün, sonra da işçi sorunu çözülür” ya da “ulusların kardeşliği ancak eşitlikle mümkündür” şeklinde… Doğrusu bu varsayım da Muhsin yoldaşımızın üzerinde durduğu biçimiyle bir gerçekliktir.
Bu gerçeklik dipteki akıntıların yeryüzüne çıkmasıyla anlaşılabilir ve maalesef şimdilik bu mümkün görünmüyor. Ama bu dip akıntılarını bulup bilince çıkarmak bizim işimizdir. Varsın diğerleri böyle düşünsün, şu halde onlar bizim karşımızda değildirler. Onlar yoldaşlarımız olarak kalırlar. Sınıflar mücadelesinin maddi bir gerçeklik olduğu herkes tarafından eni sonu kabul edilmektedir zaten. Hatta “ulusal mücadelenin, sınıflar mücadelesi olmadığı”nı söylemek dahi sınıflar mücadelesinin kanıtı olmaktadır. Bunu böyle ifade edenler de sınıflar mücadelesinde nerede durduklarının kanıtını sunmaktadırlar, zaten…
Bizler her zaman şu gerçeği dip akıntılara bakarak ifade ederiz: tarihte hiçbir düşünce tarih ve toplum üstü olamaz ve varlık, bilinci belirler, tersi değil…
Bileşenlerin Sönümlenmesi -  Eğilimler (Hizip-Fraksiyon) Özgürlüğü
Bizler tüm bileşenlerin HDP veya HDK içinde bir Eğilim veya Fraksiyon olarak kalmaları gerektiğini söyleriz. Yani bütün bileşenler kendi program anlayışlarını veya savunduklarını HDK veya HDP içinde savunmalıdırlar ama bileşenler olarak değil, oraya gönderdikleri üyeleri aracılığıyla ve kattıkları güç oranında… Bu güç çoğu zaman teorik-politik olur. Yani maddi güç illa ki üye sayısı ile olmaz. “Fikirler, kitlelere nüfuz ettiğinde maddi bir güç haline gelirler” değil mi? İşte öyle… Karar aşamasında ise üye sayıları belirli olduğundan ne kadar üyeyi kendi düşüncelerine kazandıkları açığa çıkar. Böylece her eğilim bir sonuç çıkarma imkanı bulur.
HDK veya HDP içindeki eğilimler kendi içlerinde toplanabilir, tartışabilir ve Partiye veya Kongre’ye önerge olarak verebilir ve bir karar alınması için çoğunluğu kazanma hakkına sahip olmalıdır. Bu haklar demokratik veya devrimci bir partide olmazsa olmaz haklardır. SYKP içinde yaptığımız bu tartışmalar elbette HDP’li olsak dahi devam eder, etmelidir. Yani aslında HDP içinde sönümlenmiş olmayız ve hiç kimse de bunu bizden talep edemez, etse dahi karşılık bulmaz.
Bizce bir mail grubu dahi bileşenler için yeterli bir örgütlülüğü sağlayabilir ama arzu ediliyorsa bir SYKP üssü oluşturulur, oluşturulmalıdır. Bizce bu yeterlidir. Yani dünya kadar enerjiyi israf etmeye gerek yoktur. Yukarıda ele aldığımız bahislerde bütün enerjileri bir potaya dökmenin önemi üzerinde durulmuştur. Bizler bunu yaparak örnek olmalıyız. Eğer fikirlerimiz güçlüyse sönümleniriz veya yok oluruz diye korkmamıza gerek yoktur. En basit kanıt bizzat Ertuğrul Kürkçü olmaktadır. Bu yazıları yazan olarak bizler de SYKP’den istifa edip, HDP’ye girmiş olmamıza rağmen, parti ile ilişkilerimizi koparmamışızdır.
“HDP içine tam boy girmek ve HDP’ye gömülmek” (M. Dalfidan) bu bakımdan bir sorun olmamaktadır. Muhsin yoldaşımız da bunu yeterince açıklamaktadır bu madde sonunda…
“7- BDP’nin kendisi için öngördüğü gibi (kendini HDP’ye doğru sönümlendirme) bir katılım mümkün ve doğru mudur?” (M. Dalfidan)
a-Parti hukuku özü itibariyle mevcut haliyle devam etmelidir. Karar ve icra süreçlerini belirleyen parti yapıları yani tüm parti organları bileşenlerin ortak ve eşit katılımıyla  (%60’ı bileşenlerden ve %40’ı bağımsız bireylerden) oluşturulmaya devam edilmelidir. (Aynı yerde)
Demokratik bir partide en üst organ kongredir. Kongre tüzüğü veya programı onaylar veya değişikliğe gider. Yukarıda belirtilen oranlar bizce bürokrasinin garanti altına alınmasından başka bir anlam taşımaz. Ve üstelik HDP üyelerinin kafasına dayatılmış bir tabancadan farksız olmadığından ve böylesi silahlara ancak silahların eleştirisi ile cevap verilebileceğinden bu silahı kongreye sunmak ve onaylatmak gerekir.
Bu nasıl olur? Demokratik bir parti veya kongre en alttan başlamak üzere, ilk önce ilçe delegelerini, ilçe delegeleri arasından il delegelerini, il delegeleri arasından (uygun görülürse) bölge delegelerini, bölge delegeleri arasından da ulusal kongre delegelerini seçer. Demokratik bir tüzük varsa böyle bir seyir izlenir. Diyelim ki en üst kongre bu kotalara uymuyor ama seçimler de demokratik olarak gerçekleşmiş. O zaman ne olacak?
Diyelim ki bu kotaları en alttan başlayarak oluşturduk. Hiçbir zaman bu kotalar tutmaz, yani kadınlar için kotayı tuttursak bile bu bileşenler için veya bağımsızlar için mümkün olmamaktadır.
Neden kotalar uygulamak yerine kongreyi bağlayacak kararlar almıyoruz? Bu daha rasyonel ve olanaklı değil midir?
Diyelim ki kongre hiçbir azınlık aleyhine karar alamaz! Şeklinde basit bir karar aldık. Bu yeterli değil midir? Bizce cinsel kotalar teoriye uygundur ama bileşenler değil… Ya da azınlık olarak görülen bütün ezilenler için kota teorik olarak uygun ve zorunlu olmalıdır ama bileşenler için değil…
Aslında hiçbir azınlık aleyhine karar alamaz dendiğinde sorun kalmaz ama hangi kararın lehte ve alayhte olduğunu kim belirleyecek? Bu da çözülebilecek bir sorudur. Bütün bileşenlerin olduğu bir Danışma Kurulu bu işi çözer. Ama bu kurulun görevi de bu işle sınırlanır. Ve Danışma Kurulu “şu karar şu azınlık veya bileşen için, şu manaya gelmektedir” biçiminde bir tavsiyede bulunur.
“8-BDP’nin HDP’ye katılımına karşı, kabul edilemez gerekçeler dillendirilmekte midir?” (M. Dalfidan)
Evet bu gerekçeler Muhsin yoldaşımızın da ifade ettiği gibi kabul edilemez gerekçelerdir. O yüzden daha fazla söze gerek yok! BDP’nin HDP’ye katılması demek, batıda önemli bir ağırlık oluşturan Kürt işçilerin ki bunlar demokratik ve devrimci işçilerdir, bu sınıfla aynı çatı altında olmak demek olduğundan gerekçeler tamamıyla kabul edilemez!
Bu sınıf aynı zamanda laiktir de… Devletin Türklükle tanımlanmasına karşı çıktığınız an bu sınıfı da kazanmanız mümkün hale gelir.
Hukuksal tedbirler ise bürokrasi demektir. Muhsin yoldaşımız bir Marksist olarak bu bahiste de isabetli tespitler yapmıştır. Kendisini tebrik ediyoruz. “HDP içinde de ideolojik mücadele vermek ve ideolojik hegemonya oluşturmaya çalışmak gerekli ve meşru bir görevdir. Bunu iyi yapanın, diğerlerini etkilemesinden kaçmak için hukuksal tedbirler almak çözüm değildir.” Bu madde altında savunulan yöntem tüm yazıya aktarıldığında ise SYKP’nin tüm gücüyle HDP içine girmesi sonucu doğal olarak çıkar…
“9- Seçim partisi, gerçek parti, organik parti, ittifak patisi ve konfederal parti, cephe ve cephe partisi tanımlamalarının anlamı nedir?” (M. Dalfidan)
Bu maddede ele alınan tanımlamalar tamamen normatif kavramlardır bu bakımdan eleştiri konusu edilemezler. Ne olduğunda anlaşılırsa veya kavram kargaşası yaratılmazsa kullanılabilir. Fakat arada anlaşılmayan ve tutmayacak olan kavramlar üzerinde duralım.
Seçim partisi, adı ile anıldığında seçimden seçime kurulan, işi gücü seçimlerle sınırlı olan bir partiyi akla getirmekte olduğundan ve bizlerin hiç de onaylayamayacağı bir tür olarak göze batmaktadır. Seçimler, Marksistler için taktik manevralar alanıdır. Taktik icabı parti kurulması pek de teoriye uygun bir davranış olmaz. HDP ise bir seçim partisi olarak görülmektedir. Anlaşılan kitleler henüz bilinçlenmemiş veya bu partiye emek verenler bu işi başaramamışlardır.
Gerçek parti ile kastedilen şey de normatif bile değildir. HDP dışındaki partiler gerçek partiler olarak konulmaktadır. HDP olmasaydı o zaman gerçek parti ayrımına da gerek kalmayabilir gibi bir algı oluşturan bu tanımlar üzerinde durmak gerekir.
Organik parti ise hem monolitik hem de çoğulcu olabilmektedir deniyor. Program çoğulcu ama yine de monolitik nasıl olabilir bilmiyoruz. Herhalde çoğulcu kavramından kaynaklanıyor bu kavram kargaşası. Biz bir işçi partisiyiz dendiğinde monolitik gibi dursa da aslında bu partinin bütün ezilenleri veya azınlıkların kurtuluşunu hedeflemesi durumunda çoğulcudur gibi bir şey kastediliyor olsa gerek.
Yine de bu bir karmaşadır. Partiler bir fikirle doğmazlar, onlar toplumda her zaman belirli bir kast ya da sınıfın çıkarları ile çakışan hareketlerin politik yüzleridirler. O yüzden de bu tür kavramları ortaya atıp tartışırken üzerinde dikkatle durmak gerekir.
Örneğin, Leninist Parti bir öncü partisidir, işçi partisidir, komünist bir partidir, organik ve gerçek bir partidir. Ve seçimlere girmesi ayrı bir parti olması için yeterli bir şey midir, bilemiyorum.
Marksizmde bir öncü parti, işçi partisi, komünist parti, kitle partisi, tarihsel parti anlayışı var olmuştur veya tartışılmıştır. Muhsin yoldaş ilk önce bu kavramlarla hareket etmeliydi ama o kendi tercihi olarak başka bir şey denemiştir. Olabilir ama bu diğer öncüllerle birlikte ele alınmış olsaydı daha bütünlüklü bir Marksist parti anlayışına katkı sunmuş olurdu. Bunun önünde sanırım engel de yok ve Muhsin yoldaş bu işi pekala yapabilir.
“10-HDK’nin seçim aracı olarak kurgulanan HDP artık başka bir içerikle yoluna devam edecek ise; bu içerik bir önceki sorudaki tanımlamalar bağlamında nasıl olmalıdır? Bileşenlerin ve bireylerin hukuku nasıl olmalıdır? Kitlesel üyelikler yapılmalı mı? Bu konuda gündeme gelen organik parti, gerçek parti gibi tartışmalara nasıl bakmalıyız? “Konfederal parti” kavramsallaştırılmasını kullanabilir miyiz? Büyüme Stratejisi ne olmalıdır?” (M. Dalfidan)
Yukarıdaki maddede yer yer kendi görüşümüzü Muhsin yoldaşın yazılı metni üzerinde redakte ederek ifade etmeyi seçiyoruz.
             HDP’nin yeniden yapılanması demokratik – sosyal cumhuriyet programı ile gerçekten demokratik bir programa kavuşturulmalı ve bundan bağımsız olmamak üzere, bütün üyelerin eşitliğini öngören demokratik bir tüzüğü benimsemelidir.
             Bileşen hukuku geçerliliğini devam ettirmemelidir. (Eşit katılımlı %60 bileşen ve %40 birey) Çünkü bu yaklaşım anti demokratiktir. Biz devrimciler en tutarlı demokratlar olduğumuzdan, hiçbir anti demokratik yapılarda yer almayı istemeyiz. Gücümüz yettiğince bütün ortamları demokratikleştirmeye çalışırız.
             Bugün için azınlık çoğunluk ilişkisi değil, çoğunluğun özgürlüğünü sınırlayan bir program ve tüzük ilişkisi geçerli olmalıdır. Çünkü Radikal Demokrasi özel türde bir demokrasidir. Mutabakatlar veya ittifaklar olabilir ama buna da Kongre karar verir. Kitlesel üyelik bütün partiler için bir haktır ve bu hakkı hiç kimse engelleyemez. Kitlesel üyeliğin olduğu partide bileşen temsiliyetinin eşitliği ve mutabakat üzerinden faaliyeti sürdürmek sorunludur. Bu sorunu aşmak için Kongre, bileşenlerin veya bütün azınlıkların olduğu ve her zaman için genişletilebilir Danışma Kurulu şeklinde parti dışı kurullar oluşturabilir. Kitlesel üyeliğin olduğu partide bileşen örgütlerin ve bağımsız bireylerin hukukunu azınlık çoğunluk ilişkisi üzerinden kurmanın yolu nispi temsil hukukudur. Ancak bu hukuk esas olarak çoğulcu burjuva partiler için demokratik ve verimli olan sistemdir.  HDP, organik bir parti olmalıdır ve demokratikliği burjuva demokrasisi ile taban tabana zıttır. Bizler özel türde bir demokrasiyi savunuruz. Yani çoğunluğu sınırlayan ve azınlığın haklarını güvence altına alan bir program ve tüzüğü benimsediğimiz için Demokratik Merkeziyetçilik bizim parti anlayışımızı özetleyen tek Marksist işleyiş biçimi olmaktadır. Dolayısıyla, HDP şimdiden bir öncü partidir ve bütün kitleyi  bileşenlerin veya farklı eğilimlerin, eğilim ve hizip oluşturma haklarını ve varlığını gözeten bir hukuku ile kazanabilir ve eğer teslim olmak istenmiyorsa bu görev yerine getirilmelidir.
             Şu anda savunulan Devrimci demokrasi programı eklektik ve burjuvazinin egemen düşüncelerini yansıtır bu nedenle burjuva ulus eşitliği terkedilmeli ve eşitlik yerine politik körlük savunulmalıdır. Ulusal eşitlik yerine ulusal olanın, politik alandan uzaklaştırılması ve bunun için her şeyden önce “Türk Sorunu” nun çözümü savunulmalıdır. Bizim savunduğumuz Radikal Demokrasinin özeti şu olmalıdır: TC’nin Türklükle tanımlanmasına son vermek devrimimizde ilk adımdır. İkinci adım ise ulusların veya ulusçuların politik alandan uzaklaştırılmasıdır. İsteyen “bizler uzaydan, dünya insanlarını tohumlamak üzere gelen türkleriz” desin, bu önemli değildir, kişisel – özel bir sorun olarak durur ama türklük ulusu tanımladığı anda gericiliğin pençesine düşmüşüz demektir.
             Radikal veya Devrimci Demokrasi programı topyekûn ve bütünlüklü olmalı ve uygulanmalıdır. Ancak bu bütünlüğün Kürdistan ve Türkiye ayağı kendi özgünlüklerini ve önceliklerini (komün veya Sovyet yaklaşımıyla) gören bir yerden oluşturulmalı ve sürdürülmelidir. Bütünlüklü programın yaşama geçmesi ancak bu biçimde gerçekleşebilir.
             BDP ve hiçbir sosyalist bileşen, sosyalizm iddiasını devam ettirirken kendini sönümlendirerek HDP’ye katılmamalıdır. Bu bileşenler birer eğilim olarak HDP veya HDK içinde yer almalıdırlar. Eğer sosyalist iddia ve programatik görüşlerini koruyan her hangi bir bileşen tek örgütü olarak HDP’yi görerek, sadece örgütsel olarak sönümlenip HDP’ye katılırsa, “eşyanın doğası” gereği HDP’yi sosyalist görevlerin aracı olması için zorlayacaktır.  Bu durum, HDP’nin gerçek işlevini yerine getirmesi için ufuk açıcı olacaktır.
             HDP, bir bütün olarak organik partiye dönüşmelidir. Hedefleri farklı olan örgütlerin ortaklaştıkları hedefin (Demokratik, Laik, Sosyal Bir Cumhuriyet) program ortaklığının eseri haline gelen HDP’nin Radikal veya devrimci demokrasi mücadelesi programında ortaklaşan bir örgüt olması, bileşenlerin anlamlı bir kısmının organik partiye evrilme imkânlarının olduğunu var sayar. Sosyalist bileşenler ve Kürt özgürlük mücadelesinin sosyalizan bloğu; devrimci demokrasi mücadelesinin başarısı üzerinden, mücadeleyi bütün uluslara karşı mücadele alanına taşıyacak ve yeni bir uygarlık (sosyalizm-komünizm) hedefinde; burjuva demokrasisinden milyon kez demokratik cumhuriyetleriyle en elverişli imkanlara kavuşabilirler. Bu imkân, günümüzün öncelikli ve pratik görevlerini zayıflatmayacak ölçüde bu günden somut adımlarla değerlendirmeye başlanmalıdır. Bunun gereği olarak,  sosyalist bileşenler ve Kürt özgürlük hareketinin sosyalizan bloğu; birbirlerinin sosyalist devrim ve sosyalizme dair görüşlerini etkileşime sokacak araçları yaratarak, pratikleştirme adımlarını atmaya başlamalıdırlar.
“11- HDP–HDK ilişkisi nasıl olmalıdır? Önümüzdeki süreçte bu –devam etmekte olan seçim atmosferi de dikkate alındığında- HDP’nin uyutularak, yeniden HDK’nin canlandırılması doğru olur mu? Olmazsa HDK nasıl bir anlam taşımalıdır?” (M. Dalfidan)
Kongreler ya da Meclisler devrim dönemlerinde kendiliğinden oluşan ikili iktidar organları olmuşlardır. Bu bakımdan devrimci öncüler eliyle kurulamazlar. Kuruldukları anda da başımıza gelen şey olur. Bir kongre toplanacaksa kongre gibi olmalıdır, yani delegeler aracılığıyla oluşan ve program olarak da demokratik bir kongre. Bizler böylesi demokratik adımları atamıyoruz çünkü Kongremizin ne programı demokratiktir ne de tüzüğü…  Muhsin yoldaşımızın Kongre’den umudunu kesmesi gayet doğaldır. Dolayısıyla “Meclislerimizle Geleceğe Yürüyoruz” türünden slogan veya temennilerle ne örgüt kurulur ne de kongreler yapılır. Enerjiler boş yere çürür gider. O yüzden Muhsin yoldaş gibi umutsuz olmak istemiyorsak her işimizi bir radikal demokrata yakışır gibi yapmalıyız.
“12-SYKP’nin bu sürece katılımı nasıl ve ne yönde olmalıdır?” (M. Dalfidan)
Bu maddeyi de redakte etmek istersek aşağıdaki gibi olurdu.
SYKP, siyasal programı ve amacı, örgütlenmesi ve eylemliliğinin muhtevası olarak işçi sınıfı partisi değil, orta sınıf aydınlarını bir araya getirmiş öncü, komünist bir partidir.  Siyasal mücadelesinin stratejik amacı ve hedefi demokratik ve sosyal cumhuriyet olmalıdır.
SYKP, Radikal demokrasi perspektifle, tüm gücüyle HDP faaliyetinin içinde olmalıdır.
01 12 2014