19 Mart 2012 Pazartesi

"vicdani red" mi "ulusal-olan"ı red mi?

xerab zeman tarafından Cum, 06/06/2008 - 22:48 tarihinde gönderildi.

politik durum ve görevlerimiz

xerab zeman tarafından Per, 04/03/2008 - 22:41 tarihinde gönderildi.

bu makaleye başlarken, iddialı bir başlık seçtiğimden dolayı okurlardan özür diliyorum ama bu gerekliydi ve konu bizzat bunları yazanı da aşan niteliğinden ötürü böyle oldu.

gündem analizlerini konu edinen pek çok arkadaş bu sitede yazmakta ve ilk önce bu yazılanların yeterliliği tartışılmak istenmektedir çünkü bir durum tesbiti yapmak artık yetmemektedir ve daha geniş bir mesafeden bakmayı gerektirmektedir. işte ne yazık ki bu konuda benim bakış açımın sınırlarına çarpmaktadır ama elden geldiğince bu konuda kendimi aşma gayretini göstermek istiyorum.
kısaca politik durum ne haldedir ona bakarak sorunlarımızı tartışalım.

sınır ötesi harekat ve devamla newroz etkinlikleri ile kürdistan kuzeyinde somut olarak ileri düzeyde devrimci ayaklanmalar gözlenmektedir. türkiye'nin kürt illerinde yaşanan bu devrimci durumun aksine türk illerinde tam bir hareketsizlik mevcuttur. ve doğu ile batı arasında derin bir uçurum oluşmuştur. bu uçurum metaforu kimine göre açı olarak da nitelendirilmekte haklılık taşımaktadır.

batı (ki bu batı tc olarak da anılmaktadır) ise hüküm-et-siz bir durum yaşamaktadır. evvela ortada hükümet edemeyen bir hükümet sözkonusudur. ve hükümeti oluşturan parti hakkında kapatma davası sürmektedir. tc devlet politikalarına yön veren çevreler (bürokrasi ve militarizm) bir parçalanma yaşamakta ve fakat bu parçalanma, kendini yenileme olarak ortaya çıkmaktadır. yani orada henüz devrimci bir durum, "doğu"nun aksine yoktur. batıda kitlesel bir hareket yaratma potansiyeli taşıyan emekçiler darmadağın bir halde ve devrimci öncülerinden yoksundurlar ve asıl olarak sendikal örgütlenmeler içinde hareket etmektedirler ve şimdilik talepleri sendikal veya ekonomik talepler olan iyileştirme veya daha tam olarak da mevcut durumun, gelen saldırılar karşısında savunulması olarak göze çarpmaktadır. yani emekçiler mevcut durumu korumak istemekte ve daha fazlası için bir hareketlenme içine girmemektedirler. onların aynı zamanda dağınık olsa da siyasal örgütlenmeleri vardır ama önderlik bunalımı bir siyasal yapıya kavuşmakla ilgili olmayıp, bu siyasal yapıların devrimci bir programdan yoksunlukları olarak anlaşılabilir olmaktadır. yani kimse devrimci siyasal talepler etrafında örgütlenememektedir ve aslında varolan siyasal partilerin (ki bunlar kendilerini devrimci veya marksist olarak değerlendiriyor olabilirler) programları artık eskimiş kavramlar veya sloganlardan ibaret kalmaktadır. hiç bir kimse artık eskimiş olan (gerici ulus veya ilerlemeci tarih anlayışı) programlarını gözden geçirmemekte (revizyon yapmamakta) ve tıpkı akp'nin sloganını (durmak yok, yola devam!) sahiplenerek ne kadar devrimci olunacağını isbat etmek istemektedirler.
emekçi sınıflardan ayrı olarak alevi hareketi de toplumsal bir muhalefet potansiyeli olmaktan uzaklaşmak üzeredir.

alevi hareketi de en son yaşanan sivas katliamından beri katettiği mesafeden geri düşmektedir. ve eskiden biraz daha derli toplu bir kitlesellik içindeyken şimdilerde farklı örgütlenmeler (veya öncüler) elinde parçalanmıştır. alevi hareketi de "kürt hareketi"ni adım adım takip etmektedir aslında... hatılanacak olursa "asli unsur" olma meselesi kürtler tarafından dillendirildiğinde, çok fazla zaman geçmeden aleviler de aynı şekilde bu "asli unsur" meselesine takılmıştır ve şimdilerde kürtlerce konuşulan "özerklik" meseli yine aynı şekilde alevilerde de yankı bulmuştur. örneğin aleviler daha önceleri "diyanetin kaldırılması"nı savunurlarken şimdilerde "diyanetin özerkliği" konu edilmekte ve ab ile güç kazanan ve asıl olarak sırtını buralara dayayan "alevi burjuvazisi" de bir anlamda özerkliği anayasal olarak ister konuma gelmiştir. alevi hareketinin bu bölünmesi hem iyidir hem de kötü...
alevi hareketine uzak duran devrimci ve demokrat aydınlar (ki bunların çoğu marksisttir) bu harekete katılarak olumlu bir katkı yapmışlardır. onların başsızlığı sorun edilmiş ve bu harekete baş olmak istenmesi son derece doğrudur. çünkü yıllardır suskunluğunu bozmayan aleviler artık sorunlarını ortaya koyma yoluna girmişlerken evvel eski devletçi yanlarından kurtulma veya onları zorlama yoluna girmiş oluyorlardı. aleviler chp çatısı altında siyasal tercihlerini yapmaktadırlar ve bu çatıyı parçalayacak olan devrimci demokrat aydınlar alevi hareketine katılmaktadırlar. ama gelin görün ki gelinen durumda bu çatıyı parçalayacak olan taleplerden geri düşülmekte ve aleviler tekrar evlerine (suskunluklarının kalesine) geri dönmüşlerdir. şimdilerde alevi hareketi kitleselliğini yitirmiş ve devrimci demokrat aydınlara kalmış olmaktadır. yani bir bakıma hareket, bir baş bulmuşken, baş gövdeden ayrı düşmüştür. ve bu durum bizzat bu öncüler tarafından dahi görülememektedir. hatırlatmak gerekir, sivas katliamı ile birlikte hareketlenen kitleler sade alevilerdi ve artık onlar chp programı ile yetinmemekteydiler ve talepleri de demokratik nitelikteydi, yani diyanetin kaldırılması ile doruk noktasına ulaşan bu talep önderler tarafından bir özerkliğe dönüştürüldüğünden artık sade alevilere bu yeterli gelmemekte veya onlar artık umutlarını yine chp programı ile örtüştürmekte bir sakınca görmemektedirler. bu neden böyle oldu? harekete katılan devrimci demokrat (ve hatta marksist/sosyalist) aydınlar ilk öncelikle alevileri bir devlet partisinden koparmak yerine veya bu kitlesel devrimci talebi bir talepler manzumesi haline getirmek yerine; öncelikle bir alevi olmayı seçtiklerinden dolayı olabilir mi? pekala bu da mümkündür. ama eksik olan şey bir devrimci demokratik programdır ve bu ancak bir dine dayanmayan demokratik bir cumhuriyet olabilecekken artık talepler bir reformu bile zorlamayacak nitelikte talepler olmaktadır. çünkü kitlesellik kaybedilmiştir. oysa ki alevilerin gerçekten devrimci/demokratik bir talebi şimdilerde sistem içine çekilerek chp çatısı sağlamlaştırılmakta ve böylelikle chp ile karşı karşıya bırakılması gereken aleviler, yine eski kalelerine dönmektedirler.

devrimci demokratlar veya sosyalistler ise ekonomik bir hareket olarak kalmaktadırlar.
 
onlar asıl olarak anti amerikancı veya anti emperyalist yanlarını öne çıkararak politik bir hattı savunurken bir farklılık gösterememektedirler. çünkü aynı talepleri bizzat hükümet eden akp veya genelkurmay da sahiplenmekte ve hatta faşist veya milliyetçi partiler de dillerinden düşürmemektedirler. devrimci iddialar ile örgütlenen bu partiler veya örgütlenmeler diğerlerinden "daha tutarlı veya daha devrimci" oldukları iddiasından başka bir iş yapamamakta veya devrimci bir program ortaya koyamamaktadırlar. emekçiler için ise istedikleri şeyler tam olarak sendikal örgütlenmelerden daha ileri talepler olamamaktadır. bu nedenlerle bölünmüşlük bu cenahta adeta bir kangren halini almıştır ve mevcut önderlik bunalım bizzat öncülerin bunalımı ile eşitlenmektedir.
öncülerin bunalım ilk olarak sosyalist kalelerin birbiri ardına çökmesiyle ve ab süreci ile ortaya çıkmış ve bir türlü aşılamamıştır. anti emperyalistlik ulusalcılık ile örtüşmekte ve asıl ulusalcıların bizzat marksistler olduğu ve onların samimiliği, faşistlere karşı gösterilmek istenmektedir. onlara göre emperyalizm dış bir unsurdur ve içerisi ise ulus/devlettir. ancak tam da programatik olarak değiştirilmesi gereken de budur! yani şu ulus/devlet meseli hala devrimciler açısından aşılamamıştır. ulusal bağımsızlık bir devrimci program olarak savunulmaktadır ama aslında bu savunu bizzat bürokrasi ve militer güçlerce de yapıldığından ve asıl olarak da faşist partiler tarafından daha güçlü dillendirildiğinden devrimcilerin sesleri kısık kalmaktadır. onlar faşistlerle bir anlamda tartışmak istemektedirler ve onlar yine aynı şekilde hükümet ve devlet sınıfları ile de tartışmak istemektedirler. asıl yanlış olan da budur ve ne yazık ki bu durum görülememektedir.

yeryüzündeki bütün devletler aşağı yukarı siyasal olarak bağımsızlığını kazanalı yıllar (neredeyse bir yüzyıl) geçmiş olmasına rağmen ısrarla bu talep dillendirilmek istenmekte ve böylelikle devrimci bir programa ulaşılamamaktadır. yani paradigma tam tersi olarak kurulmalıdır, bağımsızlık yerine bağımlılık ama kime? elbette dünyanın tüm siyahlarına ve onların kaderlerine bağlanma! ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı artık gericiliği ayyuka çıkmış iken bu slogan siyahların kaderi yerdeğiştirilmesi gerekmektedir. ama ulusal dargörüşlülük öyle kolay atlatılır cinste bir engel değildir ve bu yüzden durum umutsuzdur. ve bu konuda kürtler önderlikleri aracılığıyla bu konuda bir adım atmışlardır, şükür! şimdi gelelim onların sorunlarına...

kürt hareketinin açmazlığı nasıl aşılabilir?

yazının en başında belirtildiği gibi doğu ve batı arasında tam bir duvar veya bir yorumda ifade ettiğim fanus vardır. bu fanus nasıl oluştu? asıl olarak bu duruma nasıl gelindi? önemli olan bu sorulara cevap verebilmek ve bunları nasıl aşacağımızı ortaya koymaktır.

kürtler türkiye'nin siyahlarıdırlar ve onlar uzun süren mücadeleler sonucunda beyazlarla (türklerle) birleşmek için ulus olma paradigmalarını değiştirmişlerdir. ve yaklaşık 8 yıldır ulusun bir dile ve etniye dayanmaması gerektiğini açıkça ortaya koymuşlardır. ne yazık ki bu paradigma değişikliği bizzat öcalan tarafından ve onun inisiyatifiyle sınırlı kalmaktadır. yaklaşık olarak dtp süreci ile birlikte bu değişiklik de kitlelerin öncüleri (pkk ve dtp) tarafından sıkça dillendirilmiş ve sahiplenilmiştir. ama bu duruma da öyle kolaylıkla gelinmediği hatırlanmalıdır. çünkü ilk başta öcalan'ın koşulları nedeniyle bu değişikliği yapmak zorunda olduğu gibi gerekçeler ile şüpheyle yaklaşılmıştır. bereket kadınlar ve gençlik öcalan'ı sıkı sıkıya takip ettiğinden ve onu bir başkasıyla değişmek istemediğinden (ki bu paradigma değişikliği de sosyal olarak sınıfsal çıkarlar ile örtüşmektedir) kısa sürede öncüler de bu uyumu yakalamak zorunda kalmış ve öcalan artık yalnızlaşmaktan kurtulmuştur. ama öcalan da sonuçta reel politik'e esir düşmektedir. çünkü kürtlerin burjuvalarından kurtulamamakta ve onların desteğini kazanmak için "demokratik özerklik veya konfederasyon"u dillendirmek zorunda kalmıştır. kürt burjuvazisi asıl olarak dtp tarafından temsil edilmektedir, pkk ise yoksulların ve özellikle gençliğin ve kadınların partisi olarak kalmaktadır. pkk, dtp'yi karşısına almak yerine onlarla birleşmek istemektedir ve onları birleştiren şey ise şu demokratik özerklik veya konfederasyondur.

demokratik özerklik veya konfederasyon batıda nasıl
anlaşılmaktadır?


kürtlerin (siyahların) bu talebi yine beyazların sınırları içinde demokratik bir talep olarak haklılığını korumaktadır. yani onlar beyazlardan ayrılmak istememekte ve onlara katılmak ama yine de bunun sorunlu olacağı öngörülerek bir özerklik istemektedirler. yani burada demokratik cumhuriyet parolası/paradigması yerine bir özerklik geçirilerek aynı zamanda kürt burjuvazisinin de desteğinden mahrum kalınmak istenmemektedir. ve sadece coğrafi koşullar içerisinde hareket eden yurttaşlar olarak ulusun demokratik bir yapıya kavuşması talep edilmektedir. ama bu durum batıda (bütün sınıflar) ayrı devlet olarak anlaşılmaktadır. ve kürtlerin anlamadığı da budur! herkes bağımsızlığa giden en kısa yolun bir özerklikten geçtiği şeklinde bir fikire sahiptir ve bu yıkılamaz. bunun yıkılması için uzun bir enformasyon sürecine gerek vardır ve batıdaki demokratik güçlerin gerçekten bir güç olarak ortaya çıkması koşuluna bağlanmaktadır bu durum...

bu durumda ne yapılabilir? görülen o ki bu coğrafyada özerklik talebi bir bağımsızlığı çağrıştırmaktadır ve aslında kürt yoksulları zayıflamamak adına bu duruma razı olur gibi görünmektedir. ama gelinen durum tam bir açmazdır, tıpkı '90'ların ortalarında yaşanılan serihıldanlar dönemi tekrar yaşanmaktadır. serihıldanlar veya ayaklanmalar neticesinde ortaya çıkan meclis tipi örgütlenmeler aynı zamanda devrimci bir durumu göstermektedirler. ve her devrimci durum gibi ya iktidar ya da geri çekilme (yenilgi) ile bu süreç noktalanacaktır. yani hareketler en tepe noktasına geldiklerinde durum bu şekle dönüşür, ya daha yukarı veya yatay genişleme veya geri çekiliş ya da tepeden aşağı inme... görülen o ki kürt kadın ve gençliği geri adım atmak istememektedirler o halde serihıldanların başına gelen şeyler aynen yaşanacak demektir, (fazla veya eksik, nicel veya nitel) olarak yaşanacak benzerlikler üst düzeyde tekrarlar olarak bolca yaşanmıştır zaten. peki bu durum tersine çevrilemez mi? görülen o ki batıdaki siyahlar (işçiler, emekçiler, yoksullar ve hatta bunların devrimci öncüleri) doğudaki siyahların yardımına gelmeyeceklerdir. çünkü onların devrimci önderlik bunalım ve dahi öncülerin kendi bunalımları mevcuttur. peki bu işin hallinde kürt siyahları bir adım atamaz mı? yani şu çokça yanlış anlaşılan özerklik yerine bireysel hak ve özgürlükleri olan yurttaşlar topluluğuna dayanan demokratik cumhuriyet savunulamaz mı? pekala yapılması gereken budur. ve bu iş sanıldığı gibi geri bir adım değil, aksine ileri bir adımdır. çünkü kürt burjuvazisi ile bir kopuşma yaşanmadan türklerin siyahları ile de bir buluşma yaşanmaz. alevi önderlikler kitlesellikten uzaklaşmıştır tesbitini yaparken bunun nedenini de demokratik cumhuriyetten uzaklaşma olarak ortaya koymuştum. ve yine aynı şekilde eğer kürt siyahlar daha fazla kitle ile sonuca gitmek istiyorlarsa ilk önce türki siyahları kurtarmak zorunda kalacaklardır. ve kurtuluş için bu görev önlerinde durmaktadır.
ilk önce kendimizi kurtaralım sonrası gelir diye beklenirse bu durum asla gerçekleşmeyecektir. ne yazık ki durum budur!

ve bu çağda hiç bir özel program kurtuluş reçetesi sunmamaktadır, aksine siyahlar başsız kalmaya devam etmektedir, onlara doğru bir programla yaklaşmak gerekmektedir. hiç kimse kendini kurtaramaz o yüzden başkasını kurtararak işe başlanılmalıdır! türk işçiler de kendini kurtaramaz! eğer bir türk işçisi, emekçisi kurtulmak istiyorsa ilk önce kürtleri kurtarması gerekmektedir. ve yine aynı şekilde bir alevi kurtulmak için ilk önce sünnileri kurtarmak zorundadır. bu durum değişmez. siyahlar bu demokratik yola girdiğinde ancak ondan sonra anlaşılabilir olabilecektir.

kürt hareketi'nin yanlı okumaları üzerine sonsözler
 
şu "okuma" meselini en çok kullanan kürt öncüler maalesef savaştıkları düşmanlarını dahi yanlış okumaktadırlar. onlar genelkurmayı ve devletin tepesini elbette mevcut önderliklerden daha fazla anlamakta ve okumaktadırlar elbet ama bu yine de çeşitli yanlışlara düşülmediği anlamına gelmez. ilk önce onlar (ki bu sitede yazan çoğu kürt yazarlar da bu yanlışa düşmüşlerdir) akp'yi yanlış okumuşlardır. akp ilk öncelikle müslüman anadolu burjuvazisinin temsilcisidir. yani modern burjuvazinin (tüsiad) değil... ve ikinci olarak onlar genelkurmay ile aynı programı savunmamaktadırlar. ve onların siyasal istemleri genelkurmayla çatışmaktadır. ve üçüncü olarak akp ne amerikancıdır ne de ab'ci... ne yazık ki bu durum görülememekte ve sık sık yanlışa, hatta yer yer tutarsızlığa düşülmektedir. bu sitede yazan kürt yazarlar dahi yer yer akp'yi genelkurmay veya amerikancı olarak aynı kefeye koyarken, akp'nin ipinin çekildiğini de tesbitlerine eklerken bir tutarsızlık sergilemekte olduklarını farketmemektedirler. ya bunlar aynı siyasal doğruda hareket etmemektedir ya da genelkurmay veya dışsal unsurların siyasal doğrusu ile akp'nin siyasal doğruları birbirinden farklıdır. ortası var mıdır? belki olabilir ama herşeyden önce bunların aynı olmadığı ve birbirleriyle bir gerilim yaşadıkları da aynıyla vakidir.

kürtlerin ikinci yanlış okuması ise türk dostlarına ilişkindir

kürtler bir siyahi hareket olarak siyahi bir tepki vermektedirler. elbette ezilenler kendilerine uzanan eli sıkarken onu bir dost olarak görme eğilimindedirler. bunda yanlış bir şey yoktur ve onların asıl yanlışı eleştiriye tahammülsüzlük olarak ortaya çıkmaktadır. gelen her olumsuz eleştiriye hasımane bir tavır gösterilmektedir. aslında kürtler bu konuda dostane eleştirilere de bir anlamda hasrettirler ama gelen eleştiriler şimdiye dek hep olumsuz olduğundan veya hiç bir olumluluk taşımadığından gösterilen tepkiler de haklı olmaktadır. ama artık bu durum da aşılmalıdır. yani nasıl gelirse gelsin eleştiriler dinlenilmeli ve aynı şekilde cevaplanılmalıdır. kürtler bu anlamda siyasal bir bilince kavuşmalıdırlar. nitekim öcalan da bu konuda istemler ileri sürmektedir, yani kürt siyasetciler yetişememektedir. eğer bir eleştiri siyasal bir doğrulukla ele alınıp programa kazanma amacı ile yapılırsa durum kısa zamanda değişebilir. özellikle türk marksistlerinden gelen eleştiriler dikkatle cevaplanılmalıdır, onları karşıya almak politik olarak, teorik olarak bir zayıflığa işaret eder, o kadar. ama onlara tutarlı politik/teorik cevap üretmek bizzat kürt devrimci aydınlar kuşağının yetişmesi demek olacaktır.

kürtlerin bir başka yanlış okuması ise bizzat devletin ezdiği türk siyahların durumuna ilişkindir. türklerin tüm siyahları özerkliği bir bağımsızlık olarak algılamaktadır, demiştik. bu durum yeniden bir paradigma değişikliğine yönlendirmeli ve tekrardan demokratik cumhuriyet parolası artık bir paradigma veya parola olarak değil bir program olarak savunulmalıdır. ve bu durumda ortada yalnızca bir program mevcuttur; "ortadoğu için demokratik manifesto"

siyahların üç taktiği ve newroz

xerab zeman tarafından Per, 03/20/2008 - 16:54 tarihinde gönderildi.
şu dünyada siyahların üç taktiği onların kurtuluş programı olabilecektir. a.kendisiyle sınırlı bir alanda siyasal bağımsızlık (ayrı bir ulus'devlet), b.beyazlarla birlikte ama onlara katılarak oluşturulacak bir siyasal bağımsızlık (demokratik cumhuriyet) ve c.beyazlara karşı ve beyazlığı yok edecek hukuk anlamında bir demokratik cumhuriyet...
birinci taktik hep benzer programlarla tarihin son yüzelli yılına yayılmış olarak uygulanmıştır ve hala bu taktik uygulanma sahası bulmaktadır. ama bu taktikte esas olan siyahlık değil ulusal sorunlardan hareketle, ezilen milliyetçiliklerin bir kurtuluşu olarak pratik içinde uygulanmıştır. siyahlar da tıpkı beyazlar gibi ton farklılıkları taşımaktadırlar ama onların kaderi hep daha beyazları iktidar alanına taşımak olmuştur. mücadelenin ve çilelerin meyvesi hep kendi egemenlerine veya burjuvazilerine yaramıştır. bu taktik de anıldığı gibi demokratiktir ama siyasal anlamda değil, tarihsel materyalizm açısından ve asıl olarak da o harekete omuz veren siyahlardan dolayı demokratik olmayı haketmişlerdir. ne yazık ki böylesi hareketler bizzat küçük burjuva veya burjuva önderleri tarafından başı kesilmiş siyahi devrimlerdir. ve yaklaşık elli yıldır bu yöndeki girişimler self determinasyon olarak anti-kapitalist bir girişime yeltenemediklerinden düzen içi olarak kalmışlardır. siyahların siyasal demokrasi gibi bir talebi olmadığından veya çok sönük kaldığından veya beyazlar tarafından başı kesildiğinden bu tür taktikler artık siyahlara yetmemektedir. ve üstelik bu taktik başarı kazansa dahi oluşacak olan devlet son derece geri bir hapishane olacaktır. bu hapishane içinde dahi siyahlar kendi eşitleriyle birarada bulunabilirler ama burada dahi gelişebilecek bir ortaklaşalık siyahları memnun etmeye yetmese de acılarını dindirebilir. kabul edilmelidir ki bu hapishane dünya kapitalizminin tam da ihtiyaç duyduğu şeydir. gelişmiş olan beyazlar (emperyalizm/kapitalizm) kendi aralarına giren siyahları kendi hapishanelerine göndermek istemektedirler.
bu bakımlardan dolayı siyahların bu taktiği artık "gerici ulusculuk" olarak görülmektedir. kaldı ki eskiden siyahların içinde olan veya onları destekleyen ve savaşıma zorlayan kendi egemenleri -ki onların renkleri daha açıktır- hızla beyazların arasına katılmakta ve siyahları kendi kaderlerine terketmektedirler. bu kader aslında hızla çöküş veya yokoluşla sonuçlanmaktadır. üstelik bu hapishaneler içinde kalacak olan siyahlar buna rağmen başkalarıyla didişmek ve savaşmak zorunda bırakılmışlardır. çünkü siyasal bağımsızlık artık herşey demek değildir ve artık insanlar refah içinde, hiç olmazsa ortalama bir yaşam standardı istemektedirler. bu olmadığı takdirde siyasal bağımsızlığın da bir önemi kalmamaktadır. bu durum bizleri ikinci taktiğe de yöneltmektedir.
ikinci taktik birincisini devam ettirmekle oluşturulmuştur. siyasal bağımsızlığını kazanan siyahlar ne yazık ki daha yüksek bir refah seviyesini bu hapishanelerde bulamamakta ve teker teker veya kafilelerle beyazlara katılmak için onlara kölelik yapmaya başlamışlardı. ne kadar bağımsız olursa olsun bir türk olmak yetmezdi ama bir almana kölelik razı olunacak şeydi. siyahlar yavaş yavaş anlıyorlardı ki bir insandırlar ve artık onlar içine girdikleri toplumda eşit olmak istemektedirler, beyazların ayrıcalıklarından onlar da yararlanmak istemektedirler. ama dünya tam olarak gerici uluscular tarafından esir alındığından onlar da bu gerici uluscular içinde sorun çıkarmaya başladılar. aslında mevcut sınırlar gerici ulusculara da dar gelmektedir ve artık ekonomi dünya ölçekli yapıldığından imalat sanayileri gibi ağır sanayiler dahi geri hapishanelerde pekala yapılabilirdi, öyle de oldu. artık çifte vatandaşlık kaldırılabilirdi, herkes kendi yurduna dönebilirdi.
ama dünya arenasında hiç olmayan birşey oldu. siyahların içinden gelen bir hareket (pkk) yavaş yavaş beyazlarla birleşme taktikleri denedi. ve bu taktik benzerleri içinde en öndedir. (bildiğim kadarıyla ırak içinde türkmen cephesi de bu taktikle hareket etmekteydi) ve bu hareket bu topraklarda yine siyah olan bir başka topluluğu (aleviler) harekete geçirdi ve onlar da cumhuriyetin asli unsuru olmaktan bahsetmeye başlamışlardı. siyahların bu taktiği beyazlara katılmak olarak özetlenebilirdi. ama bu taktik başarılı olmak için egemenleri içindeki siyahları da kazanmak zorundaydı. bu taktik yerel olarak kalma eğilimindedir ama tarihten de öğrendiğimiz kadarıyla ilk önceki amaçları ivedi olarak çözmek mümkün olmadığında daha geri çekilerek bir parande atılır ve tüm siyahları kurtaracak üçüncü taktiğe geçilebilirdi. şu halde beyazlarla birlikte oluşturulacak olan birliktelik siyasal olarak demokratik bir birlikteliktir. ve artık o gerici ulusa/ulusculuğa karşı olmak durumundadır. bu yüzden de aydınlanmanın şafağına dönülerek bir çözüm aranmaktadır.
üçüncü taktik ise beyazlığın yokedilmesi demektir. bu kendi içlerinde demokratik olan tüm siyasal ulus/devletlerinden kurtulmak demektir, onlara karşı olmak demektir. ve şimdiki sorun bu olmakla birlikte ne yazık ki bunların araçları henüz bulunup keşfedilmemiştir. ama yine de işe bir yerden başlamak gerekmektedir. bu ise siyahların kurtuluş özlemlerinin siyasal ifadesi olan enternasyonalizmin; devlet, devrim ve örgütlenme anlamlarında yeni bir paradigma ile donanması anlamına gelmektedir. ancak eski paradigma gerici bir ulusculuk üzerinde yükseldiğinden bu durum herşeyden önce eski marksistlerin oluşturduğu sınırlara çarpmaktadır. yani dünya gericiliği bir beyazlık olarak görüldüğünde aslında eski marksistler (bunlara ortodoks demek icabeder) bu beyazlar içinde ilk elde tartışılması ve kazanılması gereken kesim olmaktadırlar.
ama bu iş bir zorunluluk olarak görülürken aslında yaşanılan sorunların ivediliği sözkonusu olduğunda bir zorunluluktur. ve görülen o ki bu kesimin kazanılması bir insan hayatına sığmayacak denli uzun bir uğraş olabilecektir. belki de o yüzden bütün bu marksist kuşağın (ve içinde bizler de dahil) ölmesi gereklidir.
newrozda anlam kaymaları
yenigün veya yıl anlamına gelen bugün uygarlığın gelişimi içinde bir anlam kayması yaşayarak egemenlerden kurtulma günü olarak kürtler tarafından kabul görmüştü. uygarlık içinde bütün kavramlar ve hatta sözcükler zamanla bir anlam kayması yaşarlar bu bakımdan bu durum da tarihsel materyalizme bir uygunluk demektir. çünkü tarihsel materyalizm durağan bir nesne ya da bilim değildir, o toplumları incelemektedir. çok kısa zaman öncesine veya kısmen şimdilerde bu bayram bir kurtuluş özlemini ifade ederken, bizim yukarıda ele aldığımız üçüncü taktiğe uygun anlamını kısmen yitirebilir. hatta bu topraklardaki siyahların (kürtlerin) beyazlara (türklere) bir katılımı gerçekleştiği takdirde tümden anlam kayması olabilecektir. ama o zaman da dahi bir kurtuluş hayali/özlemi olarak başka ellerde bayraklaşabilecektir.
sosyalistler açısından newroz nasıl anlaşılmaktadır veya anlaşılamamaktadır?
sosyalistler üçüncü taktiğe daha yatkındırlar her ne kadar beyaz olsalar da fikren buna yatkındırlar. çünkü onlar da sınıfsız/sömürüsüz bir toplum isterken aslında siyahları düşünmektedirler. ama biliniyor ki bu taktik tüm dünya siyahlarının desteğini almalıdır ve ikinci olarak beyazların içindeki özlemlerin/hayallerin de gerçekleştiricisi olacak bir godo veya barbar olunmalıdır. bu taktik gittikçe güçleşmektedir ve bunu kabul eden sosyalistler hiç de azımsanmayacak niceliktedirler. enerjilere veya siyahlara olan yaklaşımlarındaki anti demokratik politikalarına bakıldığında ise korkunç bir aymazlık görülmektedir. o halde onların yanlışları yine tarihsel materyalizm içinde kavranabilir. onların tarihsel materyalizmi kendilerine has değil burjuvazinin ve böylelikle de içinde olunan beyazların tarihsel materyalizm anlayışları olmaktadır. ve ne yazık ki görülemeyen de budur. onlar her şeyden önce tarihi bir sınıflar mücadelesi tarihi olarak anlamaktadırlar. böyle yaparak insan topluluklarının yaklaşık 50.0000 yıllık tarihi anlaşılmaz kalmaktadır. ve onlar uygarlığı ilkel, köleci, feodal, kapitalizm ve komünizm olarak bölmekte ve bu şemalar içine hapsetmektedirler. bu anlayış da sınıflar mücadelesi tarihi ile bir uyum içine girilmek istenmektedir. ama uygarlığın farklı birer aşaması değil, uygarlık içinde farklı formlar olan bu üretimler hep birbirine karşıtmış gibi ele alındıklarında yanlışa düşülmektedir. uygarlık içinde her form yerel kalmış ve kendi tarihleri içinde bir anlam kazanmaktayken bu tarih reddedilmiştir. uygarlık içinde yalnızca en son biçim kapitalizmdir. bu tarz tüm dünya geneline yayılmış olarak karşımızda duruyor. ve bu uygarlık daha doğuşunda tarihsel ilerlemecilik olarak görülmüştür. markisistlerin aşamadığı konu ise burasıdır onlar ilerlemeci tarih anlayışı yerine sonsuz olasılık içeren açık uçlu tarih anlayışına tarihsel materyalizm içinde gelmelidirler. ve doğrusu da budur. şu anda göremediğimiz pek çok olasılık ilerde torunlarımızın yakasına yapışacaktır. geçmişte bu konu ya sosyalizm ya barbarlık ikilemiyle aşılmaya çalışılmıştı ve dahi bu da yetmemektedir. aslında modernizmin sonunu ilan edenler bu bakımdan da yanılmaktadırlar. sonu gelen tek şey ilerlemeci tarih anlayışıdır. anlaşılan o ki, ilerlemeciliğin boyutları görüldüğünde çevre ve dahi insanlık için yıkıcı olmaktadır. ve artık uygarlığa son verecek barbarlar da silinmiştir o bakımdan tarihin sonu ilan edilmiştir. ama bu eleştiri aslında ilerlemecilik paradigmasının kabulu içinde yapıldığından dolayı bu paradigma aşılmamaktadır. öyleyse bu tarih anlayışı herşeyden önce marksist olamazdı. post-modernite de aslında modernite (ilerlemecilik) paradigmasını yeniden kurmaktan başka bir anlama gelmez. (en azından bu; tarih anlayışları konusunda böyledir.)
günlük mücadeleler açısından marksistlerin tutumu daha da somut anlamlara bürünür. onlar siyahları desteklememektedirler onlar asıl olarak kendi işçi sınıflarına bir ittifak aramaktadırlar. ve aslında onların siyahlar diye bir sorunu olmadığından kendi siyahlarını (proletarya ve yoksul köylülük) dahi anlamamaktadırlar.
newrozu beyazlara katılım olarak (demokratik cumhuriyet) kutlayan siyahlar bu marksistler tarafından düşman veya bölücü olarak görülmektedirler. ve aslında onlar olmasalar işler çok daha kolay olabilecektir. acaba bu doğru mu?
türkiye'li marksistler newrozun demokratikleştirilmesine neden karşıdırlar? sosyalistler önceliğin türkiye işçi sınıfına verilmesini istemekte ne kadar haklıdırlar? ve bunlardan daha önemlisi neden bir bölücü olarak görülmektedir şu demokratik newroz?
aslında ortada tam bir paranoya vardır ve tam bir güçsüzlük. güçsüzlük elbette anlaşılabilir ama bizler fiziki güçlüğü sorun etmiyor tam tersine politik veya teorik güçsüzlüğü sorun ediyoruz. şöylesi sorunlar görülmektedir. a. aslında türk sosyalistleri kürtlere fiili anlamda bir güç aktarmamaktadırlar. yani onlara militan göndermemektedirler. hatırlarsınız, dünya tarihinde uluslararası tugaylar benzeri yardımlar fiilen tarihimizde vardır. ama artık bunlar kürtler açısından mumla aranılan şeylerdir. hiç kimsenin aklına ispanya benzeri bir yardım gelmemektedir. oysa türklerin tarihinde spartakist ayaklanmasına katılanlar olmuştur ve bunlar bir elçi olarak döndüklerinde komünist teşkilatlar kurmaya çalışmışlardır. ve elbette tarihte tek-tük başka ülkelerdeki kurtuluş mücadelelerine katılımlar olmuştur ve kürtlerin içine de önemli bir kesim türk veya başka uluslardan devrimciler katılmıştır. ama bunlar herşeyden önce örgüt kararlarıyla değil, kendiliğinden katıldıklarından bu tarz bir gelenek olarak kazanılamamıştır. öyleyse sorun ne olabilir? anlaşılan o ki devrimci sosyalistler kürt hareketine adam göndermemekte ve bu bakımdan bir güç kaybı yaşamamaktadırlar. acaba önemli bir operasyon yaşayıp da yok mu oldular? hayır, bildiğimiz kadarıyla sekiz-on senedir öyle sıkı bir operasyon yaşayan örgüt yoktur. ve aslında silahlı mücadele yürüten örgütler de azalmıştır. haydi diyelim bu tür bir mücadele veren örgütler (diyelim dhkp-c) haklıdır ama ya sosyalist olduklarını söyleyip işçi sınıfını temel alanlara ne demeli? onlar bir operasyon yemediler, olsa olsa tek tük yakalanmalar olmuştur. onlar neden bu terör eylemlerini bahane ederek mücadeleden geri durmaktadırlar?
sosyalistler ile düzen partileri arasında bir farklılık kalmamıştır. evet ne yazık ki konu buraya geldiğinde durum budur, onlar da beyaz sınıftandırlar. ve tıpkı düzen partilerinin söylemlerini tekrar etmektedirler. bakınız devletimiz ve dahi düzen partilerimizin hepsi kürtleri bir kardeş olarak görmektedirler, sosyalistlerimiz de haklı olarak kardeş görmektedirler. bakınız, devletimiz ve dahi düzen partilerimizin hepsi şu terör belası olmasa, ah şu gerilla olmasa ne güzel kürtlere yardım edecektir, sosyalistlerimiz de böyle düşünmektedirler. çünkü onlar kendi sınıflarını hareket ettiremediklerinden şu ulusal sorunu başa bela olarak görmekte ve heryerde bu sorundan kurtulmak için erteleme yoluna gitmektedirler. ne yazık ki newrozda durum budur.
newroz bu program veya taktik altında en azından beyazlarla buluşmak istenilen bir gün olarak tüm sosyalistler tarafından sahiplenilmelidir. üstelik görev newrozları tıpkı içeriğinden boşaltılan eski 1 mayıslar seviyesine yükseltmek olmalıdır. şu haliyle bakıldığında 1 mayıslar acınacak durumdayken, newrozlar bir çılgınlık (nevroz) olarak görülmektedir. ve aslında bu sosyalistlerin tutarlı enternasyonalistler olmadığı dahi belli iken ve tam da onlar bütün dünyayı değil, sadece kendi ülkelerinde bir devrim yapmak durumunu savunduklarından dolayı bu newroz onlar için biçilmiş kaftandır.

17 Mart 2012 Cumartesi

Devlet Açılımları

Ali Ekber Güler tarafından Pzt, 01/12/2009 - 02:12 tarihinde gönderildi.
Son dönemlerdeki açılımları sıralayalım: a. TRT-şeş, b.”Derin devlete” karşı yapılan “Ergenekon” operasyonları, c. Avrupa Birliği kriterlerinde yeniden canlanma…
Yukarıda değinilen açılımların ilk ikisi, aslında son kalemle ilgili olduğundan aslında bu gölgede kalmaktadır, üstelik ‘ergenekon’ operasyonlarının da üçüncü bahisle ilgili olduğu da gözlerden kaçırılmaktadır. Ve bütün bunların temelinde yeralan, ulus-devlet ile ilgili reformlar; basit olarak AKP ile ilişkilendirilerek veya akp karşıtlığı üzerinden yapıldığından, sanırım, konulara daha geniş açıdan bakılamamaktadır.
Hükümet içinde AB ile ilişkilerden sorumlu olan bakanlıklar el değiştirmiştir ve en son düzenlenen ve meclisce kabul edilerek gündeme gelen trt-şeş ve devlet nezdinde oluşturulan anti-demokratik askeri-polis örgütlenmelerinin tasfiyesi birbirini takip etmediğinden, asıl olarak operasyonların tarihinin daha eski olması, ab konusunda tek bir bakanlık oluşturulmasının henüz yeni bir gelişme olması bu gibi açılımların birlikte aynı netlikle görülmemesini beraberinde getirmiştir.
Ergenekon operasyonları aslında Türkiye için bir dönemeç noktası olmuştur. Operasyonlara dair kamuoyunda oluşan veya ‘kanaat önderleri’nin düşüncelerine kısaca bakmakta ve yorumlamakta fayda var: ‘bu operasyonları yöneten kimlerdir’ konusu öncelikle irdelenmektedir. Bana göre, operasyonları besleyen ve destekleyen güçler:AB, ABD, hükümet ve TSK ricalidir. Dolayısıyla bunun tek bir merkezden, hele hele akp karşıtlığı üzerinden değerlendirilmesi son derece yanlıştır. AKP tek başına bu gibi işleri becerisi gösteremez ve buna cesaret dahi edemez. Aslında AKP ordu içindeki faaliyetini büyük ölçüde orta ve alt kadroları üzerinden yapmaktadır. Ordu ricali(genelkurmay ve kuvvet komutanları) ile de pazarlık yaptığı konusundaki iddialar ise ‘spekülasyon’ olmaktan öte bir anlama sahip değildir. Çünkü, bir durum analizi üzerinden dahi değerlendirmeler yapılamamaktadır ya da buna zorlanılmaktadır. Elbette AKP ordu üzerine bir baskı uygulayamaz, çünkü bunu yapacak araçlardan yoksundur, TC hükümetlerinin hiç birisi bunu yapmamıştır, yapamaz da… ama buna bir son verilebilir mi? Üstelik bu son AKP hükümetiyle yapılabilir mi? Sadece AKP hükümetiyle bu iş olmayacağına göre, AKP koalisyonlarını genişlettiği takdirde önümüzdeki süreçte genelkurmay ile anlaşmalar ve ittifaklar yapılabilir ki aslında bu süreç başlamıştır. AKP ilk olarak, Türklüğü esas alan ve diğer tüm azınlıkları baskılayan, onlara en ufak bir kırıntı bile vermek istemeyen militarizm ve bürokrasi cephesine karşı, Barzani-Talabani öncülüğü ve onun hegemonya alanında olan DTP içi ve dışının toplamı olan Kürt burjuvazisini yanına almış daha doğrusu onlarla ittifak etmiştir. İkinci olarak, AB ve ABD ile yarım yamalak bir ilişki sürdürülmüş ve onlarla gerek dünya ve gerekse de Ortadoğu özelinde kurduğu stratejik ittifakın gereklerini yerine getirememiştir. Dış dünya ile olan ekonomik ve siyasal ilişkilerin gereklerini yerine getirmede acil çıkarları olan Türk burjuvazisi aslında finans-kapitalistlerdir ki bunların bir etniye dayandırılması ve onunla tanımlanması dahi sorunlu olmaktadır. AKP asıl olarak, Anadolu burjuvazisinin partisidir, ama bu burjuvazi de son yıllarda uluslararası alanda yoğun bir faaliyet yürütmekte ve onlar da hızla yukarılarda yeralmaktadırlar. AKP içindeki değişimleri son tahlilde bu kesimlerdeki değişimlerle açıklamak mümkündür. Ve bu kesim de şimdilik çıkarları finans-kapital kesimle uyuşmakta olduğundan, ‘dar pazarda, sınırlarda bekçilik yapan’ ordu ile bir anlaşmazlık yaşamaktadır. O yüzden siyasal açılımlara sıcak bakmaktadır. Fakat bu siyasal açılımları yapma cesareti yoktur o yüzden de dış baskılarla veya ideolojik hegemonya (ki bu hegemonya iklimini belirleyen bir tarafta ABD ve AB’dir; diğer tarafta ise Rusya, çin ve japonya’dır). Küreselleşme ve Avrasyacılık olarak politik nüfuz edinme olarak özetlenen çatışmada bir taraf olarak birinci kutbun hegomanyasının kabulü olarak şekillenmektedir. Anadolu burjuvazisinin Müslüman gelenekleri politik alanda yeteri kadar kullanılan bir öge olması elbette ki bu burjuvazinin iktidarı için gerekli olan bir ‘enstruman’dır. Çünkü AKP bu geleneklere sahip olanlar tarafından hükümet olabilmiştir ama karşısında yer alan genelkurmay ile mücadele yürütebilmek için en yakınında yeralan müttefiki finans-kapital sermaye ve son tahlilde bu kesimlerin politik ifadesi olan burjuva liberalizmidir. Bu burjuva-demokrat yazar ve çizerlerinin ehven-i şer’i dir akp… akp orduyu kazanmak için çeşitli ittifaklar kurduğunda, bu çevreler tarafından eleştirilmiş ve verilen ideolojik-politik ehven-i şer desteğinden mahrum kalmıştır. İşler AKP için zorlaştığında, en azından geçmiş dönemlerde bütün ekonomik-politik hayatın üstüne bir kabus gibi çöken ordu ricaline kan kaybettirmek için Ergenekon operasyonları için zemin hazırlamak zorunda kalmıştır. Gerek bu operasyonlar ve gerekse de trt-şeş, libaral destekleri yeniden kazanmaya şimdilik yetmiştir.
Akp hukuku çiğnemekte midir?
Bu noktada AKP karşıtlığı yapanlar da tutarlı bir açıklama yerine saldırıyı tercih ettiklerinden dolayı aslında yanılmaktadırlar. Bu devlet aslında hiçbir zaman bir hukuk devleti olmamıştır, “hukuk”un dar anlamında dahi ortada bir “hukuk devleti” yoktur. Ve aslında ulusal-olan her şey politik-olan’la aynı anlama sahiptirler ve politik-olmayan bir hukuk da fiilen mümkün değildir. En basit anlamıyla hukuk, eşitsizliği varsaydığından dolayı zaten güçlü olan da egemen-olan ile benzer anlama geldiğinden tartışılan kategorilerin dahi politik olmaları bu durumu açıklamaktadır. Son gözaltılar elbette hukuk açısından problemlidir ama gözaltıların en azından bir hakim kararıyla yapılmış olması bile ‘hukukun çiğnenmesi‘ eleştirisini boşa çıkarmaktadır. Hukuka uygun olmayan davranışları ise özellikle belirtmek ve karşı olmak gerekmektedir. Polis ve jandarmanın uygunsuz saatlerde operasyon yapması ve gözaltına alınan insanların eline-koluna girilmesi bakımından bir şiddet-terör olarak eleştirilmesi ve son olarak da tutukluluk süresi ile yargılama sürelerinin uzunluğu birer hukuk ihlali olarak görülmelidir. Ama bırakın bir hakim kararı, bir savcı gözetimi ve hatta basın gibi şahitlerden mahrum kalan; yığınla tutsak edilip öldürülenlere aynı perdeden bir itiraz dahi yükseltmeyen bu zevatın bugünlerde ihtiyaç duyduğu gerekli desteklerden mahrum bırakılması da bir çeşit ezilenlerin intikamdır. Ve ezilenlerin her intikamı bir soylu davranış olarak görülmeli ve ancak haklılığı bilinerek eleştirilmelidir ki burada yapılmak istenen de budur!
AKP'nin hukuku çiğnediği ise en azından hukuk alanında sözkonusu değildir, bu hukuk ihlalini yapanlar bizzat tutuklama görevlerini yerine getiren kolluk kuvvetidir. Kolluk kuvvetlerinin vazife ve selahiyetini düzenleyen demokratik kanunların yapılamamasından dolayı hükümet elbette eleştiriyi hak etmektedir. Ama bizzat CHP, MHP, İşçi Partisi ve tüm gerici uluscuların ve ırkçıların bu konuyu AKP karşıtlığı üzerinden yapması eşyanın tabiatına da aykırı gelmektedir. Onlar AKP’yi hukuka müdahaleye çağırmaktadırlar ki yanlış olan da budur. Nitekim gelen eleştirileri AKP, “kimse hukuka karışamaz” diyerek kolaylıkla savuşturmaktadır. Yapılması gereken şey demokratik hukuk normlarının sağlanması ve geliştirilmesidir ki bu konuda en gerici tutumları savunarak karşı çıkanlar da bu yollu eleştirileri getirenler olmaktadırlar.
Devrimci demokratların eleştirilerine gelince…
Gerek DTP gerekse de sol muhalefeti oluşturan devrimci demokrat çevreler eleştirilerini ‘AKP karşıtlığı’ üzerinden yaparken tüm gerici uluscular ve dahi ırkçılarla yan yana gelmektedirler. O yüzden buna derhal son verilmelidir. ABD, AB, hükümet ve libaral burjuvazi ile yan yana gelmemek adına daha tehlikeli ittifaklara yol açan bu eleştirileri, bağımsız bir üçüncü cephede (devrimci-demokrat cephe) yürütmek pekala mümkün ve olanaklıdır. Nitekim operasyonların ‘fıratın doğusu’na kaydırılması talebi ile işlenen devrimci cinayetlerinin aydınlatılması ve tüm olarak darbecilerin yargılanması talepleri ilk evvel bu cephenin güçlü talepleri olarak şekillenebilir. Ondan sonra da hukukun demokratikleştirilmesi (anayasa, ceza,medeni,vs tüm yasalar) ve giderek bir demokratik cumhuriyet programının tutarlı savunusu bu cephe için güçlü bir temel sunmaya yeter de artar bile… ama şimdilik kafa olarak durulan yer gericilik olmaktadır ki bu tehlike yeterince görülememektedir. Bunu görmek için etrafı dinlemek veya şöyle bir bakınmak yeterlidir: ne zaman ki bizler gericilerle aynı sesi çıkarıyoruz veya aynı tonlarda aynı talepleri öne sürüyorsak hatalı olan taraf bizlerizdir. Derhal buna son vermek ve üçüncü cepheyi örecek talep ve duruşu sergilemeliyiz.
Trt-şeş bir tür devlet ricalinde reformdur ama bu reform öyle kendiliğinden gerçekleşmemiştir. İlk başta yıllardır mücadele yürüten gerilla olgusu ile bu durum açıklanabilir. İkinci olarak da dünya durumu ile girilen ilişkilerdeki farklılıklar bu reformu açıklayabilir. Bu konuda gerekli olan yasal destek ilk olarak meclis tarafından sağlanmış olmasına rağmen, bu yasanın tutarlı olarak diğer yasalara da yansıması kısa zamanda çözülebilir ve söylemeye gerek yok devrimci –demokrat bir muhalefetle bu türden yasaların bir derinlik kazanması pekala mümkündür. Yapılması gereken trt-şeş’e karşı olmak değildir, bu karşıtlık tüm muhalefeti gericilikle aynı yere konulmasına hizmet etmek demektir. Akp, abd, ab ve liberal burjuvazi karşıtlığı üzerinden yapılan eleştiriler bu cepheye muhalefet olarak gericiliğin kalesini güçlendirmektedir o yüzden yukarda bahsedilen üçüncü cephe kendisini bu konularda da temize çekmeli ve ilk önce şu gericilerle aynı yerde olmaktan rahatsız olunmalıdır.
Farzedelim ki üçüncü cephe hiçbir zaman güç olamayacak, ne olur?
O zaman bizim tercihimiz liberal demokrasi veya liberal burjuvazi içinde bir mezhep olmak olmalıdır. Çünkü çok basit bir karşılaştırma veya ikilem yapalım ki bu ikilemin ciddi olarak dünya ezilenlerinin karşısında olduğunu belirtmekte fayda vardır: ya burjuva demokrasisi ya faşizm? Siz bir devrimci demokrasi cephesi yaratamıyorsanız, hangisini tercih ederdiniz?
Akp burjuva demokrasisi ile ‘şeriat’ arasında bir tercih yapmış mıdır? Şeriat kur’an demektir, yani İslam esasına göre oluşturulan bir devlet. Günümüzde böyle bir devlet yok, ama ulusun İslamlıkla belirlendiği devletler elbette var ve bunların da aynı faşizm gibi tehlikeli olduğu devrimci demokratlarca bilinmektedir ve elbette ki burjuva demokratlar da bunun farkındadırlar. Demokratik bir cumhuriyet için her iki tehlikeli akıma da karşı olmak gerekir ama akp bu taraflardan asıl olarak modernizmi n gereklerini yerine getirmekten başka da bir şey yapamayacağını daha kurulurken göstermiştir. Elbette ki onun İslami kaygıları vardır ve onlar bu anlamda modernizme katılan İslam cemaatlerinin de kaygılarını oluşturmaktadır. Aslında çözüm yine de üçüncü cephenin elini güçlendiren bir taleple olanaklı olan programı savunabilir. Kısaca “kılık-kıyafet özgürlüğü” ve “inanç özgürlüğü” demokratik bir taleptir ve bu talepleri genel bir “insan hakları” talepleri olarak görerek bunların kazanılması mücadelesi verilemediğinden, akp güçlenmeye devam etmektedir. Bu taleplere ek olarak “diyanetin kaldırılması” talebi dahi İslami cemaatler tarafından sempatiyle karşılanabilir, çünkü din görevlilerinin devlet tarafından atanması anti-demokratik bir işleyiş ya da kurumlaşma demektir. İsteyen cemaatin kendi liderlerini belirleme hakkı olmalı ve bu türden savunular taleplerin kesin olarak bir etkisinin olacağından şüpheye düşülmemelidir. Elbette ki bu cemaatler devlet yardımlarını isterken kendi çıkarlarını gözeteceklerdir ama taleplerine karşı olmak bir demokrat olarak görevimiz olurken, yapılması gereken tüm cemaatler (inançlar) için hukukun dar anlamında bir eşitlik olmalıdır. Güçlü çoğunluğun yararına olacak düzenlemeler değil, herkesi (eşit olmayanları) eşit görmek ve onları, politik ve özel ayrımında kendi alanlarında serbest kılacak düzenlemeleri istemek gerekir ki bu da “devlet, hiçbir inanca müdahale etmemeli veya yardım etmemelidir” talebini dillendirmekten geçer. Bu talep tüm ezilenlerin çıkarına olduğu gibi aslında sıradan inanç sahipleri açısından da kolaylıkla sahiplenilebilir bir taleptir.
Yukarıda sorulan ikilem bütün savaşımların keskin viraj anlarında karşılaşılan bir durumdur. Ve bu durum belki de (kapitalizmin yapısal, sosyal, politik, vs. krizin etkisiyle) çok yakında karşımıza çıkacak bir ikilemdir.
CHP açılımları ve hükümet nezdinde devlet ricalinde yapılan açılımların anlamı üzerine…
CHP açılımları yeterli açıklamalarla az-çok bilinmektedir. Ama hükümet açılımları üzerine henüz ciddi bir analize rastlanılmamaktadır. İttifaklar yeniden tazelenmektedir ve aslında bu süreç için elverişli olan iklim çok öncesinden yaratılmıştır. AKP nezdinde yeniden tazelenen bağlaşıklar yukarıda kısmen ele alındı ve bu cephenin karşısında olan kısaca Avrasyacı cephe olarak ifade edebileceğimiz, gerici cephe de bağlaşıklarını yeniden tazelemektedir. Çok uzaktan bakınca bağlaşıklarda bir değişiklik görülmemekte ama tazelenen reformlar aynı şekilde gözden kaçmaktadır. O yüzden kartları yeniden dağıtıp renk ve büyüklüklerine göre sıralamak gerekmektedir.
AKP derinlemesine reformlardan (demokratik cumhuriyet) yana değildir ama eski gerici ulusculuk ile de bir ayrışma yaşamaktadır. Şu “tekçi” anlayış yerine “çoklu” bir ulus-devlet savunulmakta ve ona uygun olarak ittifaklar tazelenmek istenmektedir. Özetle durum böylece ifade edilebilir. Bir Türkiyelilik, ya da Türklüğün üst kimlik olarak savunulması ve hatta türk ve kürt federasyonu, ya da Türkçenin resmi dil olması olarak ama aynı zamanda bu resmiyetin yanına ilave olarak Kürtçenin sokulması ve hatta Türkçe ve Kürtçenin resmiyet kazanarak iki dilli bir ulusculuğun savunulması bu cephenin genişlemesiyle mümkün ve olanaklıdır. AKP bu cepheyi, Barzanici Kürtlerle (ki bu Barzanicilik DTP ve PKK içinde de baskın olan bir duruş olduğu unutulmamalıdır) ABD ve AB ile kurma yolunda bir mesafe kaydetmiştir. Eksik olan yalnızca kafası karışmış olan DTP ve PKK kadroları ve öncüleridir. Aslında bu Kürtler de Barzani çizgisinde bir muhalefet yürütmektedirler o yüzden de onların içlerinde sadece Öcalan çizgisi demokratik cumhuriyete bir eğilim göstermektedirler. Altta ise geniş olarak hareketi omuzlayan, yoksul köylü kitleleri ve işçiler gelmektedir ki bunları kadın ve gençlik olarak da tanımlamak mümkündür. Onlar aslında ulus-devletin bir etni ile tanımlamasına karşıdırlar ama bunu yüksek sesle dillendirmeyen öncüleri arasında sıkışıp kalmışlardır. Üçüncü cephe bu anlamda güçlenememektedir ve eğer böyle giderse baştaki ikileme dönülmek zorunda kalınacaktır.
Genelkurmay ve tsk ricali ne yapar?
CHP açılımları son gelen açılımlar ile yarıda kesilmiştir. Onlar şimdilik orduyu kışkırtmakla meşguldürler. Ama ordu son operasyonlar ile kendisini temize çekecektir. Ve onlar da ortada duran iklime karşı duramayacaklardır. Ki zaten yaptıkları iş rıza göstermekten öteye gitmemektedir. Ordu aslında bizzat chp kışkırmasıyla ve akp provakasyonu ile orduyu geçen sene sınırötesi harekata zorlamıştı. Ama yaşanılan yenilgi ordu açısından utanç vericiydi. Hatırlayalım o zamanlarda ordu karşısında ilk hayal kırıklığını sergileyenler CHP, MHP İşçi Partisi ve tüm gericilik olmuştu… ordunun bu yenilgisi gelecekte stratejik bir değişikliğe yol açması beklenilen bir olasılıktı.
Bu bakımlardan gerek trt-şeş gerekse de Ergenekon ordunun ödemesi gereken diyetler oldular. Şimdi sırada AB için yerine getirilmesi gereken kriterler veya uyum yasaları vardır. Babil artığı bu devlet gerektiği gibi davranır ve öyle de olacaktır. Diyelim ki demokrasi isteniyorsa onu da onlar getirecektir. Ve zaten devrimci demokrasisinin istediği şeyler de son tahlilde burjuva demokrasisinin son sınırlarını geçememektedir. Ama unutulmamalıdır ki bu devlet verdiğini geri almasını da becerir veya bir şekilde iktidarını korur… Acaba yine böyle mi olacaktır? Son tahlilde evet bu bürokrasi veya devlet sınıfları bir şekilde iktidar içinde kalma becerisine sahiptirler ve ne yazık ki bunlara karşı duracak olan devrimci demokrasi cephesinin özneleri dağınık ve güçsüzdürler. Bir tek örgütlü olan Kürtler vardır ve ne yazık ki onlar gerekli desteklerden yoksundurlar. Ne bir dış devlet desteği vardır, ne de politik-ideolojik destek… En radikal muhalefet görevi ile ortaya atılan devrimciler tam bir politikasızlık içindedirler ve programsızdırlar. O yüzden de kitlesel kürt hareketini yalnızlaştırarak, yalnızlaşmaktadırlar.

TRT Şeş Ve Sorunları

xerab zeman tarafından Pzt, 01/05/2009 - 15:36 tarihinde gönderildi.
Yeni yılın ilk sorunu olarak da değerlendirebileceğimiz bir sorun devletin bir açılımı olarak gündeme geldi. Tarafların bu konularda görüş belirtmeleri bu sorunun da varlığına bir kanıt oluşturmaktadır. Şimdiye kadar tartışmalı olan veya zıt kutuplarda olanlar tıpkı Ermenilerden özür dileme politikası gibi çoğu durumlarda yan yana gelebilmekte ve yine de zıt kutuplarda bir konumlanış sürmektedir.
Her şeyden önce belirtmek gerekmektedir ki bu bir Kürt açılımı olarak devletin tepesinden gelmektedir onun yürütme komitesi demek olan AKP hükümeti eliyle yapılmış olması bu bakımdan bir seçim yatırımı olarak telakki edilmemelidir. Ve bu bakımdan DTP yanlış bir yerden işe başlamıştır. İlk başta Kürtler ve sonra da tüm demokrat ve devrimci sıfatlara sahip özneler kendi programlarını tekrar gözden geçirmeli ve taktiklerini değiştirmelidirler.
Bu bir demokratik açılımdır evet ama gerici bir Ulusculuğun içinde gerçekleşen bir demokratikliktir ve sırf bu bakımdan dahi onu bir gericilik olarak görmek gerekmektedir. Şu durumda Türk egemenleri kendilerine göre ‘Kürt’ yaratmak istemektedirler. Ama gerici Ulusculuk içinde olanlar kendi programlarının gerici niteliğinin farkında olamazlar bunun için ilk önce ele alınması gereken konu da bu temel olmaktadır. Savunulan temel sorgulanılmadan içinde olunan gericilikten de kurtulunamaz. Bu gericilik devletin bir etni ile tanımlanması olarak hala var olan bir temeldir. Şu halde TC kendisini Türklükle tanımladığından bu yollu açılımlar Türklüğün Kürt açılımı olarak telakki edilmelidir ve bu bakımlardan karşı olunmalıdır. Ama yine de bu eskiye nazaran yeni bir ilerlemedir ve şimdiye kadar yok sayılan bir dil veya ulus en azından varlığı kabul hale gelmektedir.
Devlet televizyonundan bir Kürtçe yayın demek en azından devlet nazarında ikinci yaygın bir dil ve bu anlamda kurulan bağlaşıkların somutlanmasıdır. Kısaca devlet bürokrasisi, gerici bir Ulusculuk olarak kendi bağlaşıklarını Kürtlerin içinden türdeş olarak karşılığını bulmuştur. Bağlaşıklığın “dışsal” boyutu (ABD kontrolünde olan Kürtler) bir olgu iken, Türkiye içindeki kürtler bu bağlaşıklığa çekilecektir.
Kürt gericiliği ile Türk gericiliği aynı bir pota içine girmektedir ama bir farkla, her iki gericilik eşitlik temelinde değil, birbirlerinin yedeğinde ve bu durumda yedeklenen kesimin Kürt hanesine yazılı olan gericilik olduğu tartışmasızdır. Bu ittifak içinde yer alan sınıfların ise sadece devlet bürokrasisi ve militarizmi olduğu ortada iken yanlarına gerici sınıfları (her iki ulus burjuvazisi) kısa zamanda almıştır. Aslında Kürt burjuvazisi bu ittifak içine ilk çekilen ve başlatıcı faktör olmuştur. Kürt burjuvazisi içinde olanların hepsi de bir ve aynı görüşü, politikayı eşzamanlı olarak ortaya koymamış, ilk önce Türkiye dışındaki, Talabani ve Barzani şahsında cisimleşen “dış” Kürt burjuvazisi, Türkiye içindeki Kürt burjuvazisini bu politika ile tam olarak kazanma yolunda önemli bir girişimde bulunmuştur. DTP şahsında ve hatta PKK üst kadroları şahsında var olan gerici Kürt milliyetçiliği, şimdiden politikasız bırakılmasa da haydi haydi politik zorluklara veya kararsızlıklara sürüklenmiştir. Nitekim DTP şimdilik ne yapacağını bilemez haldedir. Önemli olan ise bizim asıl önemsediğimiz, Kürt yoksul köylü ve işçilerin mücadele içinde olası gelişmelerde ne gibi pozisyonlar alacağıdır.
Dile dayalı ulus anlayışının veya ulusu yaratan en önemli kriteri olarak kabul gören dil, aslında demokratik cumhuriyet tartışmalarının ilk başladığı yıllar anımsadığında; bir kriter olmaktan çıktığı görülebilir. Hatırlayalım; Öcalan henüz ilk savunmalarında ‘dilin önemli olmadığı’na dair açıklamalar yapmıştı. O zamanlar Kürt milliyetçileri bu açıklamaları “ihanet” olarak görmüştü. Bu tartışmalarda eksik olan ‘ulusun tanımından dili çıkarmak’ olarak adlandırılmamış ve dolayısıyla ulus kavrayışında bir eksiklik olarak kalmıştır. Dil elbette ki insanların vazgeçilmez iletişim aracıdır. Ama bir ulusu tanımlayan şey değildir. Dolayısıyla eksik bırakılan ya da hiç yapılmayan tartışmalar şimdi daha güç ve fakat aktüalitesini yitirmemiş olarak yeniden yapılmalıdır. Önemli olan ulusun tanımından dili çıkarmaktır ve Kürtler de bunu istemeye hazır olmalıdırlar, Öcalan’ın buna hazır olduğu unutulmamalıdır. Demokrasi mücadelesi bu konuda bir zafer kazanabilir ve kendini aynı zamanda bir dille tanımlayan Türk soyu, devletin (ulusun) tanımından Türklüğü (Türk soyu ve Türk dili) çıkarmaya ve Demokratik bir Cumhuriyet için zorlayabilir bir noktaya gelebilir.

sayın cengiz'e kısa ve özce

xerab zeman tarafından Cts, 12/20/2008 - 16:45 tarihinde gönderildi.
"Benim uyarılarıma yanıt vermiyorsun.Yazmadığım ama senin bilinçaltında var olanlara göre yorumlar yapıyorsun.Bilinçaltındaki kişiye yazıyorsun aslında.Popüler kavramlarla olaylar açıklanamadığını öğrenmelisin.
Merak ettiğim birşey var yanıtlarsınız memnun olurum.Demokrasi ve cumhurriyet kavramlarından ne anlıyorsun?Bir zamanlar çok büyük solcu,"komünist"ideologlar ekonomik ve iktisadi bağımsızlık önerirlerdi.Son zamanlarda yine çok büyük solcu"komünist"ideologlar demokratik cumhuriyet önerirken kavramları kavrayamadıklarını açıklıyorlar.Arapça cumhuriyet(tez)+yunanca demokrasi(antitez)=marksologça demokratik cumhuriyet sentez mi ola?" (cengiz)
yukarıda ele aldığım yorum, sanırım benim yorumuma bir cevap olarak yazılmış herhalde... ama tam emin olamıyorum çünkü ne bir alıntı ne de bir değinme var. bundan sonra hitabedilen kişiler veya konularda ele alınan sorunları daha açık konuşmak için bu konulara dikkat edilmesinde fayda var. yine de ben sıradan bir okur olarak sayın cengiz'in yorumlarını değerlendirmek istiyorum, ve büyük ihtimalle bana karşı yazılmış cümleler olarak görmekte sanırım haklıyımdır, çünkü hemen benim yaptığım yorumun altına eklenmiş olarak yukarıda vardır.
"benim uyarılarıma yanıt vermiyorsun" derken hangi uyarılar kastediliyor, anlamış değilim. türklük veya etnisite konusunda sanırım verdiğim cevaplar veya bu siteye astığım yazılar bana göre elverir niteliktedir. lütfen şu uyarıyı tekrar eder misiniz?
"Yazmadığım ama senin bilinçaltında var olanlara göre yorumlar yapıyorsun.Bilinçaltındaki kişiye yazıyorsun aslında.Popüler kavramlarla olaylar açıklanamadığını öğrenmelisin." (cengiz)
sizin yazdıklarınızı aynen alıntılıyor ve onlara göre yazıyorum, neden siz de benim yaptığım gibi yapmıyorsunuz? aksine bu suçlamayı size yöneltmek daha doğru değil midir? sonuçta bizler de insanız ve bizim de bilinçaltımız vardır, tıpkı sizin olduğu gibi... bu yine de yazılanların yanlış olduğunu kanıtlamaz ki... siz asıl söylenmek istenen şeyleri yorumlarsınız veya üstünüze alınmazsınız, olur biter, değil mi? ama şimdi yaptığım gibi ben sizin tam da öyle hareket etmediğimi kanıtlamak üzere teker teker alıntılayarak cevap veya yorum yapmaktayımdır. bu bakımdan sizin suçlamalarınızın muhatabı olmuyorum galiba?!
şu "popüler kavramlarla olaylar açıklanamaz" derken siz ciddi iseniz ne tür kavramlar kullanmamız gerektiği konusunda ayrı bir tartışma yürütmek gereklidir. ama ister popüler ister elit olsun bütün kavramlar da bir olguyu veya hareketi açıklamak içindir. eğer sizin literatürünüzde buna uygun kavramlar yoksa o zaman sorun var demektir. ama diyelim ki sizler başkalarının literatürü ile kendi sözlüğünüz arasında bir eşitleme ya da anlamlandırma yapıyorsanız, ortada bir sorun kalmaz. diyelim ki ben veya başkası popüler olan "etnisite" kavramı kullanmakta bir beis görmüyoruz bu hakikaten bir sorun olabilir o zaman siz bu alanda yeni bir kavramı ortaya atmalısınız ki bu kavramı karşılasın. ben "etnisite" kavramı yerine "etniye dayalı ulus" kavramını kullanmayı yeğleyebilirim ama bu sonuçta yani politikada bir değişikliğe yolaçmaz. bilmem anlatabiliyor muyum? şu durumda sizin yapmanız gereken şey, benim kullandığım popüler kavramların altını çizmek ve sizce karşılıklarının neler olması gerektiğini belirtmektir, eğer ben de bir sorun görmüyorsam o zaman anlaşırız ve ortada bir mesele kalmaz.
"Merak ettiğim birşey var yanıtlarsınız memnun olurum.Demokrasi ve cumhurriyet kavramlarından ne anlıyorsun?Bir zamanlar çok büyük solcu,"komünist"ideologlar ekonomik ve iktisadi bağımsızlık önerirlerdi.Son zamanlarda yine çok büyük solcu"komünist"ideologlar demokratik cumhuriyet önerirken kavramları kavrayamadıklarını açıklıyorlar.Arapça cumhuriyet(tez)+yunanca demokrasi(antitez)=marksologça demokratik cumhuriyet sentez mi ola?"" (cengiz)
demokratik cumhuriyet kavramından neler anladığımı gerçekten merak ediyorsanız yanıtlamaya çalışayım; herhalde yukarıda ele aldığınız popüler kavramlardan kastınız bu olmalı yani demokratik cumhuriyet... fakat siz yine de burada tam olarak ne kastediyorsunuz, bilemem... yani siz bu kavramların etimolojik anlamlarını mı merak edip sorguluyorsunuz? yoksa siz bu kavramların politik anlamında bir farklılık mı arıyorsunuz, bilemem. ilk önce bu kavramların pek popüler kavramlar olmadığını söylemek isterim çünkü sanırım bir tek şu yaşadığımız coğrafya içinde kısmen tartışılan bir konudur bu o yüzden bu kavrama popüler deyip de aşağılar gibi bakmak hem yanlış ve hem de bir haksızlıktır, gerçeklere uygun değildir... doğru veya yanlış olarak bunu bir tek kürtler telaffuz etmektedirler ve bir de şu bizim minicik internet sitesi etrafındakiler... yani eğer bizleri kastediyorsanız bizler popüler değiliz ve 'ah keşke öyle olsaydı' demek geliyor içimden... aksine marksizm içinde popüler olan şeyler klasik marksist yorumlar yığınıdır veya kısaca stalinist bürokrasinin bir uzantısı niteliğinde olan gelenek tüm marksistlerin bir hayli niceliğini oluşturmakta olduğundan asıl onlar bu anlamda popüler olarak görülebilir. yok ama siz popüler olanı burjuva ideolojisi ile eşitliyorsanız o başka tabii... o zaman da demokratik cumhuriyetin popüler olmadığını söylemek isterim. dikkat ederseniz bu kavramı kullanan burjuva ideologlarını göstermek pek mümkün gözükmemektedir ve bu bakımdan da ortada bir haksızlık olmaktadır, bizlere karşı... o bakımdan sizin alayla ifade ettiğiniz "solcu"komünist"ideologlar" dan kimleri kastettiğinizi gerçekten öğrenmek isterim. bu ideologlara birkaç örnek verirseniz ilgiyle okumaya ve sorunuzu cevaplamaya yemin etmekle kalmaz, teşekkür de ederim.
demokratik cumhuriyet kavramından neyi anlıyorum? tam da mesele bu değil mi? (ve lütfen rica ediyorum, bir yorumda bulunurken alaylı ifadeler yerine daha nazik tonlamalarla derdinizi anlatırsanız iyi edersiniz ve ben şu son yazdığınız yorumda bir alay veya dalga geçme görmüyor ve gerçekten 'meraklı' bir kişi görmeye çalışıyorum.)
herşeyden önce bu kavramlar politik kavramlardır. politik bir yapıyı, devleti ve ulusu tanımlamaktadırlar. etimolojik köken ya da anlamları şimdilik biryana bırakalım, isterseniz önemli olan dert tam olarak da politik şahsiyetlerin (devrimcilerin) derdi olduğuna göre... demokratik cumhuriyet, demokratik kurulumla gerçekleşen uluslaşmanın, aynı zamanda işleyiş ilkelerinin de demokratik olduğu bir cumhuriyet (devlet) demektir. bir ulusun demokratik kurulumu için, bir etniye, dile, dine, soya-sopa, tarihe, kültüre, coğrafyaya ve ilh. dayanmayarak, ve bunları reddederek tüm insan/yurttaşların komünler veya şuralar veya meclisler aracılığıyla bir araya gelmesine denk gelen topluluk ancak böylesi bir uluslaşmayı gerçekleştirebilir. işleyişinin demokratik olmasından da marksizm açısından söylenmiş pek çok ilkeyi anmak gereklidir; hatırlayalım: a. tüm kamu görevlilerinin (polis, asker komutan, hakim, belediye başkanı, bakanlıklar, başbakan, cumhurbaşkanı vb. vb.) seçimle gelmesi, b. bu görevlilerin seçenler tarafından geri alınması, c. bu kamu görevlilerinin maaşlarının ortalama bir işçi ücretini geçmemesi ve d. tüm kamu görevlilerinin aynı kişilerden oluşmaması ve çoğunluğun bu işleri öğrenebilmesi için düzenli olarak rotasyon...
hatırlarsanız yukarıdaki ilkeler paris komününden beri marksist edebiyata kazandırılmış ilkeler olarak, bir işçi demokrasisi veya proletarya diktatörlüğü için aranılan ilkeler olmuşlardır. ve yine demokratik cumhuriyet kavramını da sanırım ilk kullananlar marx ve engels olmuşlardır. hatırlarsak onlar da komünler üzerinde yükselen bir demokratik cumhuriyet programını gotha ve erfurt programlarını eleştirirken kullanmışlardır. biz bu marksist kavramın unutulduğunu ve aslında popüler olması gerektiğine inanıyoruz. ve sadece yeni bir 'paradigma' değişikliği ile yeniden bir zenginleştirme ile bu kavram hala geçerlidir, şu günümüzde süregiden tartışmalar için...
yeni paradigmadan kastedilen şey ise marksizme bulaşmış olan iki türlü burjuva handikaptan marksizmin kurtarılması sonucu olarak demir küçükaydın'ın tezlerinde daha açık olarak ele alınmaktadır. marksizm içinden çıktığı aydınlanmadan tamamen kurtulmalıdır ama bunun için dahi aydınlanmanın devrimci geleneklerine bir dönüş olmalıdır, çünkü günümüz modernitesi ile aydınlanma arasında yüzseksen derece açı farklılığı vardır. günümüzdeki ulusculuk aydınlanma karşısında yeralan bir karşı-devrimdir. bu marksizme olguculuk olarak yerleşmiştir. marksizm iki bakımdan olguculuktan kurtulmalıdır gerisi sonra gelir; ulus ve din... aydınlanma aynı zamanda ilerlemeci bir tarih anlayışı demektir ve marksizm de bu bakımdan aydınlanmanın bir devamıdır ama günümüzde rasyonalizm iflas etmektedir. iflas derken salt propaganda anlamında değil, gerçekten iflas etmektedir çünkü yeryüzünde kapitalizmin yayılacağı bir alan kalmamış ve artık üretici güçler içerisinde yeralan coğrafyamız (kozmos) iflas etmektedir. ilerlemeye artık dur demek lazımdır, bu işi yalnızca marksistler yapabilir ama bunu yapanlar da ne yazık ki popüler değildirler ve onlar toplumun çok küçük bir yüzdesini oluşturmaktadırlar.
ve son olarak şu "ideolog" ya da "marksolog" gibi alay yüklü ifadeler kullanmamanızı öneririm, bu tür bir literatürü bilmediğimden değil, aksine nefret ettiğim için bu literatüre başvurmam. kuşkusuz içinde azçok edebiyat ya da estetik varsa bunları hoş karşılarım ne de olsa bu da bir şeydir.
kolay gelsin,
selamlar,
ali ekber

Vatan partisi tüzük ve proğramının bilinçinde olsaydın

Sayın Ali Ekber
Demokratik cumhuriyetin faziletleri olarak sıraladığınız a,b,c,d ilkeler 1954 vatan partisi tüzük ve proğramında madden ve ruhen birlikteliğini nasıl konduğunu okursanız göreceksiniz.Hayatın her alanındaki çalışan insanların nasıl canlı organlara dönüşebileceğini okumadıysanız,işte bu yaşam böyle organize edilmeli diyeceğinizi düşünüyorum.
Eğer okuyupta,yaşam bu kadar basit ifade edilemez diyorsanız,anlaşmamız mümkün değildir.Yaşamı anlaşılır kılmanın yolu,sorunları yaşayanların anlayabileceği şekilde ifade etmekle olur.
Eskiden doğru ifade edebiliyormuyum diye endişe duyulurdu konuşurken,yazarken.Artık konuşurken ve yazarken böyle bir kaygı yok.Özellikle 1980 den sonra yazı dili yozlaştı kullanılan kelimenin ne anlama geldiğini bilmiyen yazarlar,çevirmenler bolluğunu yaşıyoruz.Bunların oluşturduğu yepyeni ucube yazı dili oluştu.
Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın yazılarında yabancı dilden kelime kullanılırsa onun açık bir şekilde neyi ifade ettiğini açıklar.Bunun nedeni ise yabancı kelimeler kullanarak halkı aptal yerine koyarak,kendisinin ne kadar büyük adam yerine koyan ukala burjuva aydınlarının foyalarını ortaya sermek içindir.Dr.Hikmet Kıvılcımlı da demokrasi ve cumhuriyet kullanırken hangi dile ait olduğunu anlatarak ifade eder.Halk yönetimi olan bu iki kelimenin,günümüzde nasıl olmasını da vatan partisi tüzük-proğramıyla anlaşılır kılar.
Bilmem meramımı biraz olsun anlatabildim mi?Marksolog ve büyük ideloglar ifadelerini Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın niye kullandığını da anlatabilmişimdir.
Çalışmalarında başarılar.

vatan partisi'inden haberdar olmak

sayın cengiz,
sanırım dertlerimizi dolaşarak halledeceğiz çünkü şu son yorumunuzdan bunu çıkardım. ilkönce şunu bildirmek gerekli değil diye düşündüm çünkü dikkatli bir okur olan kişiler benim bu bahiste az-çok bilgili olduğumu farkedebilirdi. (nitekim şu sitede yazdığım ilk yazı veya yorumlarda demir küçükaydın bunu farkedebilmişti siz farkedememişsiniz.) ama ben dr hikmet'in bir muharibi olarak her yerde bağırma ihtiyacı duymuyorum, tıpkı sizin gibi... bunu değerlendirmeler veya yazılar içinde zaten ister istemez veriyorum. doğaldır ki insan ne kadar aldıysa o kadar verir ve ben belki de size göre çok az almışımdır ve o kadar veriyorumdur. bunun tartışmasına girmek de anlamsızdır.
gelelim demokratik cumhuriyet ile vatan partisi programına, sizin de çok iyi isabet etttirdiğiniz gibi her iki program arasında mantalite (metodoloji) olarak benzerlikler vardır. ve bu benzerlik doğrusu iyi birşeydir. yani bunu olumsuzluk gibi gösterilmesi de iyi birşey olmaz. bilmem anlatabiliyor muyum?
vatan partisi programından bir demokratik cumhuriyet hedefi çıkarıyoruz zaten... şu farklılık da söylenmeli ama... o zamanlar ulus ve din konusunda yeterli bir aydınlanma olmadığı söylenmeli, dr hikmet bu konuda en ileri seviyeyi temsil etmekteyken ben şimdilik o'nun izinden giden sayın demir küçükaydın'ı bu geleneğin en ileri noktası olarak görmekteyim ve demir'in marksizm eleştirilerinden, marksizme katkılar olarak kabuller çıkarmaktayım. dr hikmet ömrü boyunca tarihsel çalışmalarına önem verdi ve ne yazık ki bu çalışmaları bitiremedi, tıpkı marks'ın kapital çalışmalarını bitirememesi gibi... ve bu konuda dr hikmet'i tamamlayan ya da tamamlamaya çalışan ortalıkta bir tek demir küçükaydın kalmaktadır. ve elbette ki bu siteya yazan celali gibi bir isim de mevcuttur. celali'nin yazılarını okuyor musunuz, bilmiyorum ama bence değerli. ve sayın celali umarım bu konularda daha geniş yazılar yazar.
selamlar
ali ekber

Farkı fark ettiğim için yazıyorum

Öncelikle şunu belirtmekte fayda var,hiçbir kimsenin savaşçısı değilim.Mesleğim gereği işçiyim ve işçi sınıfına aitim.Beni nasıl hayal ediyorsan o değilim.
Gelelim bilimsel sosyalizmin gelişimine katkı sağlayanlarda din ve ulus konusunda yeterli aydınlama olmadığı tezine.Dr.Hikmet'in yeteri kadar derinleştirmediği tezi Demir Küçükaydın'a aittir.1979 yılında Demir Küçükaydın'ın Dr.Hikmet'in Troçkiyi bilmediğini ve incelemediği tezi vardı.Görüldüki Dr.Hikmet Troçkinin kitaplarını okumuş,kitaplar üzerinde elyazısıyla notlar tuttuğu görülmüştür.Bu tezi o zamanlar dayanaksız olduğu anlaşılmıştı.
Demir'in okuyabildiği kadar Dr.Hikmet vardır.Halbuki Dr.Hikmet kendisi için var olan değil işçi sınıfı sosyalizmi için varolandır.Kendinden sonra gelenlere de bunu önermiştir.Dr.Hikmet'te hazırlop reçeteler aramak beyhude uğraştır.Gücü yettiği kadar işçi sınfının yolunu aydınlatmıştır.Bizlere düşen görev kalındığı yerden işçi sınıfı yörüngesinden kopmadan yola devam etmektir.Bunu yaparken bilimsel şüpheciliği ve bilimsel eleştiriyi göz ardı etmeden.
Kopernik devrimi lafı ardından estirilen Ernest Gellner'in ulus ve din hakkındaki görüşlerinin anlaşıldığını dahi sanmıyorum.Ona kaynak alanların makvayalistce yaklaştığını düşünmeden edemiyorum.Neden böyle düşünüyorum?Bay Murat Belge Ernest Gellner hakkında yazdığı makalesini okudum.Gellneri bir yandan överken Mustafa Kemal değerlenmesinden hoşlanmadığını gizleyemiyor.Bir de Mustafa Kemal'i yerden yere vursa,Gellner Murat Belgenin kendini doğrulayan ilahı olacak.Nasıl herkesin kendine göre Marks-Engelsi,Lenini ve Dr.Hikmet'i varsa Ernest Gellneri dayanak alanlar içinde bundan farklı bir durum yoktur.
Bu olgu yeni birşey değildir.İnsanlık tarihinde iki tip insan vardır.Birinci tip sessiz,sakin onca iş yapmasına rağmen yaptıklarını az bulan,bu durumdan nerdeyse utananlar.İkinci tipler ise yapar görünüp,çok şey yapmışcasına afrasından tafrasından yanlarına dahi yaklaşılmaz.Birazcık eleştri karşısında saldırganlaşırlar.Tarihte bu tiplere kalpazan tip denir.İkinciler birincileri anlamak,geliştirmek gibi dertleri yoktur.Kendilerine göre hep eksik ararlar ve bulduklarını sanırlar.Birinci tipleri aştıklarını dahi söyleyip,yazmakta bir sakınca görmezler.Halbuki birincilerin herşeyi biz yaptık iddiaları yoktur ama suçlu ilan edilmek alınyazılarıdır.
Bütün bunları neden yazıyorum?Hiçbir kimseyi ne yücelt ne de yerin dibine sok diye.
Böyle yapmıyorum diyebilirsin ama bu eğilim yazında ip uçlarını veryor.Benimki dostça uyarı.Çalışmalarında başarılar dilerim.

Türk Sorunu -1

xerab zeman tarafından Cum, 12/19/2008 - 23:02 tarihinde gönderildi.
Ulusal bir sorun olarak Türk sorunu
Türk sorununu tartışmak bu siteye yabancı bir konu olmamasına rağmen bu konuda oldukça yetersiz makale veya yazı vardır. Bunlardan en değerlileri Demir Küçükaydın imzasıyla yazılmış yazılar ve bu siteden evvel "demirden kapılar" adlı sitede pek çok yığınla yazılmış makale veya yazı içinde olan değerlendirmeler ile yine Demir Küçükaydın'ın yazmış olduğu kitapları okuyanların şaşırmayacağı bir konu bu... Nitekim daha önce sitenin bir yazarı olan Sayın Haluk Gerger de bu konuyu irdeleme çabası içine girmiş olmasına rağmen, daha ziyade "türklerin sorunları" başlığı altında yazılabilecek şeyleri "türk sorunu" başlığı altında irdelemiş olması, daha doğrusu sorunu tartışmaya başlarken 'türklüğü' sorun etmeden ortaya koymuş olması yine bizler tarafından eleştirilmişti... Sorunun daha çarpıcı olması ve hakikaten de sırf bu nedenle 'cinslik' olmaması açısından ya da bir orijinallik gibi görülmemesi açısından değil de, başka türlü düşünmek; ve programatik olarak karşılaşılan sorunlara, pratik bir açıklama yapmak gibisinden iddiaları şimdilik erteleyerek (çünkü bu hayli uzun çalışma mesaisi demektir) bir girişe, yorum olarak başlamakta fayda vardır.
Ulusal sorun denince ilk evvela bu sorunu tartışan insanlara, grup veya topluluklara bakmakla işe başlayalım! Bu sorunu tartışanlar kendilerini değil, ezilen/sömürülen azınlık/ulusları bir sorun olarak ele almaktadırlar. Hiç bir egemen ulus veya 'din' kendilerinde bir sorun görmedikleri bir hayli ilginç olmasına rağmen, nedense o azınlık ulus veya dinler de kendilerini bir sorun görmekte ve egemen olanlar karşısında kendisini böylece kabul ettirmeye çalışmaktadırlar ki bu da hayli ilginç bir durumdur. Öyleyse ulusal sorun pozitivizmi bütün herkes tarafından kabul görüldüğünden bu sorunu çözmek de gittikçe zorlaşmaktadır çünkü her şeyden önce devasa bir kabuller kabesi, sağcısı solcusu, ezileni ezeni de aynı yönde ibadet eder gibi bir durum yaşanmaktadır.
Ulusal sorun, ulus olma ya da ulus olamama olarak birleşik bir sorun olarak düşünüldüğünde sanırım bir şeyleri daha kolay anlamak mümkün hale gelecektir. O yüzden yapılması gerekenleri öncelikli olarak, ezen veya sömüren ulustan olan, şu veya bu şekilde bu ulusun kültürüyle yetişmiş ama yine de bir beyaz olarak ezen ulusun ayrıcalıklarından yararlanan devrimci ve demokrat insanların bu konuda ilk adımı atanlar olması beklenir ki ondan sonra 'öteki'lerden bir şeyler beklentisi içine girilsin... Şu kanaat yanlış ve hasmanedir: "ulus olamıyorsan bir sorun vardır" deyip programlara diğer etniden olanların sorunlarının taşınması ve ulusal sorunun çözümü olarak onlara da bir devlet tanınması ve böylelikle onların da egemen devletler haline gelmesi... Günümüzde egemen devlet/ulus olmak demek bir etninin ayrıcalıklı konuma gelmesi ile sonuçlanmaktadır çünkü her egemen devlet/ulus hakikaten de başka uluslar karşısında siyasal anlamda 'bağımsız' olmasına rağmen, bu 'başka uluslar' aynı zamanda yeni egemen hale gelmiş ulus/devletler coğrafyası içinde yer almaları neredeyse imkansız gibidir ve bu nedenle her egemen ulus içinden kesinkes şu çok bilinen anlamda dahi 'ulusal azınlıklar' sorunu yaşanmaya devam edilmektedir. Bunun bir çözümsüzlük olduğu bilinmeli ve ulus konusunda demokratik cumhuriyet açılımı zorunlu kılmaktadır.
Uygarlık ve Türk Sorunu
Türk'ün sosyolojik tanımı 'türeli' yani 'töreli' olarak açıklanmaktadır, bir soydan 'türeyen' anlamında kullanılması da bilinmesine rağmen bu tür açıklamalar bir tür 'ruhsal şekillenme' olarak yorumlanmaktadır. Bir atadan türeyen insanlar da kendilerini Türk olarak görmekte ancak dediğimiz gibi bu açıklamalar sosyolojinin konusunu oluşturmazlar ama pekala töreler veya gelenekler bir üstyapı olarak analitik kavramlar olduğundan doğrudan toplumbilim içine girmişlerdir. Ve esasen bu tanım yine de uygarlıklar (ilkönce Cin, çok sonralarına gelecek olursak Hristiyan Avrupa veya Müslüman Arap ve yine Müslüman Osmanlı uygarlıkları) karşısın da bir gerilik olarak değerlendirilmiş ve halen de bu anlamda büyük uygarlıklar tarafından da kullanılmaya devam edilmektedir.
Türk; uygarlıklar tarafından bir aşağılama veya gerilik olarak görülmüştür. Bunun nedeni yine sosyolojik olarak yukarıdaki paragraf içinde verilmiştir. Şimdilerde bu tür aşağılamaların bir etniye yapıldığı düşünülerek karşı çıkılmaktadır, işte yanlış olan da budur! Gerek aydınlanma öncesi veya sonrası Avrupa (buna genel olarak Hristiyan uygarlığı demek daha doğrudur) gerekse de Müslüman uygarlığı ve özellikle Osmanlı uygarlığı Türkleri aşağılamakla kalmamış, onları yok etmeye veya eritmeye çalışmıştır. Bu konuda has Türkçüler ile konuya 'objektif olma' açısından yaklaşan solcu cenah da aynı pozitivizmle malüldürler. O yüzden pozitivizm genel bir uygarlığın gericileşmesidir, yoksa sadece gerici burjuvazinin içinde olan ve onları kapsayan bir durum değildir. Ve bizim sıklıkla eleştirdiğimiz sosyalist veya Marksist geleneği hapseden bir durum olduğu gibi aynı zamanda 'sağ kesimi' de kapsamakta olduğundan uygarlığın bir sorunu olarak görülmesi gereklidir. Ve yine aynı şekilde bu pozitivizm şu an muhalefet halinde olan Müslüman bayraklarını (programlarını) da etkilemektedir zaten...
Bir uygarlık bir etniyi neden aşağılasın? Elbette bu sorunun tutarlı bir açıklaması yoktur zaten sorun yanlış bir şekilde ortaya konulmuştur. Uygarlık uygar olmayanlar üzerinde bir diktatörlük demektir. Bütün uygarlıklar uygar olmayanlar (Türkler, klanlar, aşiretler, kabileler, velhasıl antik topluluklar) üzerinde bir baskı kurarken ortada sadece bir etni veya kan aramamaktadırlar zaten... Onlar bütün olarak kana dayalı topluluklar üzerinde bir diktatörlük kurmaksızın zaten uygarlığın gerektirdiği emperyal veya imparatoryal gelişmeyi sağlayamazlardı. her uygarlık doğuşuyla birlikte tarihsel bir devrim yaratmakta ve hızla etki alanını genişletme yoluna gitmektedir, ister istemez bu durumlar oluşmaktadır. Marksizmin tarihsel devrimleri açıklayan şu altyapı ve üstyapı açıklamaları işte bu açıdan önemli olmaktadır. Çünkü atılım yapan her uygarlık hızla uygar olmayan coğrafyaya yayılma eğilimi göstermektedir ki bu esasen her tarihsel devrimin aynı zamanda bir tür dünya devrimi veya evrensel ölçekte bir devrim haline gelme çabası olarak görülmektedir zaten... İşte bu nedenle 'Türk'ler gerek Hristiyanlar gerekse de Müslümanlar tarafından aşağılanmakla kalmamış, silah zoruyla ya yok edilmiş veya asimile edilerek uygarlaştırılmışlardır. Ama yok edilen bir kan anlamında ulusal azınlıklar değildir, henüz uygarlaşmamış kana dayalı topluluklardır, kısaca komünlerdir.
Şu günlerde 'özür diliyorum' kampanyasına karşı 'tarihte en çok Türkler katledildi, onlar özür dilesin' diyen pek çok Marksistin veya demokratın aslında tarihten silinmek istenenin komünler olduğu bilinemiyor ve o yüzden de sağcı faşistler le Marksist demokratlar ne yazık ki aynı politik düzlemde yan yana gelebiliyorlar... Öyle ya, Osmanlı hem Ermenileri hem de Türkleri katletmiştir ama burada söz konusu olan düşmanlık bir uygarlık ve komün çatışkısı içinde ele alınamadığından konu her bakımdan eksik kalmaktadır ve böylesi paralellikler içine girilmektedir. Elbette ki Osmanlı hem komünlere hem de son dönemde gelişen Ulusculara da katliamlar veya soykırımlar yapmıştır. Osmanlı beyliği bir uygarlık haline gelmesiyle birlikte ilk önce komünleri ortadan kaldırmaya veya onlar üzerinde egemenlik kurarak onları birer tebaası yapmıştır ama son dönemleri dediğimiz dönemler asıl olarak gerici Ulusculuğun dünya ölçeğinde yayılması neticesinde oluşan cürümlere tanık olmaktayızdır. Bu dönemde Türkler henüz uluslaşma sürecine başlamış komünler olarak şekillenmektedirler ve nitekim bu uluslaşma süreci Mustafa Kemal'in ölümüne dek sürecektir. Ve yine de ortada bir Türk sorunu yeniden ve başka düzlemlerde ortaya çıkmaya başlamaktadır.
Gerek Osmanlı'nın gerekse Hristiyan burjuva Avrupa'nın Türkleri bir geri topluluk olarak görmeleri yanlış bir varsayımdan ya da onların gıcık kapmalarından dolayı değildir ve sosyolojik olarak görmek gerektiğinde bu yaklaşım doğru olmaktadır. Çünkü uygarlık komüne göre daha ileri bir seviyeyi anlatmaktadır. Ve her uygarlığın uygar olmayanlara yaklaşımı budur: "onlar barbardır".
Barbarlık ve Türklük sosyolojik olarak aynı toplumsal birimi tanımlar. Çünkü töre, gelenek, kan bağına dayalı aşiret, klan, kabile vb hep komün toplulukları için geçerli olan kategorilerdir ve bu kategoriler uygarlığın üstyapısına ait olmayan kategoriler oldukları için bastırılmakta, aşağılanmakta veya hor görülmektedir. Komün, uygarlığa göre barbarlıktır ve bu doğrudur. Çünkü uygarlıkta egemen olan kabilenin totemik yasaları değildir; suya dayalı tarım ve şehirleşme ile birlikte doğan asker ve sivil zümreler ve sınıflar başka tür yasalar veya uygarlığın anayasası karşısında bir ara da olunamaz ve bu nedenle komün yıkılmalıdır. Aydınlanma özel ve politik ayrımı ile birlikte nasıl bir tarihsel devrim yapmış ise aynı şekilde tarihteki antik uygarlıklar da benzer şekilde öteki toplulukları (komünleri) toplumsal/siyasal alandan uzaklaştırmış veya yok etmiştir. Özet olarak tarihte ‘‘Türk düşmanlığı" olarak görülmesi gereken durumlarda bir uygarlık ve komün çatışması vardır. Osmanlı'nın veya Hristiyan burjuva Avrupa uygarlığının birer Türk düşmanı olarak gösterilmesi çabası içinde olanlar birer Türk milliyetçisi sıfatını almaya hak kazanmaktadırlar. Bir Türk milliyetçisi sağdan bunu yaparken iş bir kez yanlış olmaktayken, bunu soldan yapmaya çalışan devrimci veya demokratlar iki kez yanlış yapmakta ve sonuçları ise daha vahim olmaktadır, düzeltilmeye çalışan kısaca budur!
Nasıl oldu da bir aşağılama tabiri olan Türk'ten bir ulus yapılabildi?
Asıl yorumlanması gereken konu da budur. Ve bu sorun şu garip yazar için bile bir sorunsal olmaktadır. Ama eldekileri toplarsak belki bir başlangıç olur diye düşünerek, ittihat ve terakki ya da jön Türkler'den başlayan bu çabayı anlamlandırmaya çalışabiliriz. İttihat ve terakki, Türk milliyetçiliğinin partisi iken Mustafa Kemal gerçekten Türk ulusunun da atası olmaktadır. Çünkü ondan önceki Türkler bir ulusal azınlık olarak değil, dediğimiz gibi; komün olarak kendilerini var ettiklerinden sürekli olarak uygarlıklar içinde bir mezhep olarak kalmış, onlara direnmiş veya asimile olarak uygarlaşmış topluluklardan ibaretti. Bu topluluklar işte bu gelişmekte olan ve henüz başlayan Uluscuların milleti haline gelmeye uygun bir durumdaydı. Çünkü milliyetçilik, antik uygarlıklara karşı gelişen aydınlanmanın geri çekilişi olarak yorumlansa da yine de bir modern durum demekti ve bu yüzden Osmanlı uygarlığı ilk evvela alt edilmesi gereken üstyapıyı oluşturmaktadır. Bu yüzden 1908 jön Türk devrimi, aydınlanma izlerini olduğundan çok ulusçu pozitivizmin izlerini taşımış ve Osmanlıyı bir meşrutiyete zorlamış kabul edilebilir. Fakat bu durum dahi jön Türkler açısından tartışmalı bir yazıyı hak etmektedir çünkü bu devrimin kazanımlarını (meclis, şura, anayasa) dahi birkaç yıl sonra yok edecek olan bizzatihi yine bu ittihat ve terakki olacaktır. bu bakımdan Türk sorunu daha en başından Türk ulusal sorununu çözmek isteyen ittihatçılar tarafından bir kangren haline getirilmiştir. Bunun da nedeni, Avrupa'daki gibi güçlü bir burjuva sınıfının olmamasından kaynaklı olarak Ulusculuk girişiminin bir nevi uygarlaşmış komünler tarafından gerçekleştirilmesini açıklamaktadır. Dr Hikmet bu nedenle bu komünün bir tür devamı olarak gördüğü asker ve sivil bürokrasisini bu nedenle demokratik açılımlar yapabildiği konusunda bir fikre sahiptir. Bu konu oldukça tartışmalı bir konu iken şimdilik söyleyebileceğimiz, ittihat ve terakki kadrolarının tam olarak Avrupa uygarlığı altında olmaları ve bu modernleşmeyi savundukları ve sosyal olarak da ayrıcalıklı sınıflara mensup olmalarından dolayı bir tür komün olarak görülemeyecekleri yönündedir. Ve esasen dr hikmet de bu tür atılımları 'tarihin dip akıntısı' olarak açıklamaya meyillidir zaten... Ki bu geniş tarihsel perspektifte daha doğru bir analiz yöntemi olarak geçerliliğini korumaktadır.
Jön Türkler'in Anadolu’yu seçmesi rasgele bir taktik değildir.
Onlar mücadele ettikleri antik uygarlık (Osmanlı) alanında cephe gerisi olarak Anadolu komünlerini görmüşlerdir ve bu onların programatik olduğu kadar sosyolojik açıklaması için yeterli bir açıklama sunmaktadırlar. Onlar asıl olarak emperyal güçlere karşı savaşmayıp Osmanlı ile savaşmışlardır. Bilindiği gibi Anadolu'nun doğu ve güneyi düzenli orduların savaşlarına sahne olmamıştır. Düzenli Türk ordusu bir tek batı cephesinde yunanlılar ile savaşmışlardır. Ruslar ile hiç savaşılmamıştır çünkü 1917 devrimi ile birlikte Rus orduları kendiliğinden geri çekilmişlerdir ve geriye Anadolu'nun evvel eski kadim toplulukları olan Ermeni ve Rumlar kalmıştır. Ermeniler de zaten Osmanlının son dönemiyle sürülmüş veya yok edilmiş olduklarından geriye sadece "çeteler" veya küçük örgütler kalmıştır. İngilizler ve Fransızlarla da yapılan antlaşmalar sonucu savaşılmamıştır. Bu yörelerde savaşlar bizzat yöre ahalisi tarafından oluşturulan gerillalar, "çeteler" tarafından yürütülmüştür ki bu ahalinin "Kürt" olması genel olarak bir tesadüf değildir.

Türk Milliyetçiliği

xerab zeman tarafından Çar, 12/17/2008 - 07:31 tarihinde gönderildi.
Aslında sorun, "Türk sorunu" olarak Demir Küçükaydın tarafından ele alınmıştı ve milliyetçilik üzerine olan sayısız makale ve kitaplar da ortada iken bunların yeterince değerlendirilemediği anlaşılıyor. Ben bunları açıklamak yerine son günlerde, kendisini Marksist, devrimci ve demokrat sıfatlarla tanımlayan pek çok sosyalistin de bu sitede astığı makale ve yorumlara bir açıklık getirmek üzeren birkaç şey söyleme ihtiyacı duyuyorum. Çünkü kendisini bu sıfatlara layık görenlerin çoğunluğu milliyetçi ve üstelik gerici milliyetçilerdir, sabah akşam milliyetçiliğe küfretseler dahi bu böyle olmaktadır, neden bu konu bilinememektedir. Demir'in sıklıkla benzettiği gibi "ortada marksizm diye bilinen şey, marksizmin kurtulması gereken körbağırsaklarıdır" ve bu çok doğru bir ifadedir, mevcut marksistlerin pekçoğunun körlüğü de sanırım bu nedenledir...
Milliyetçilik nedir?
Köxüz'ün temel metinlerine bakıldığında milliyetçiliğin; 'milletin politik alanı belirlemesini savunanların savunduğu üstyapıya denk gelen bir politik duruş' olduğu görülebilmektedir. Milliyetçilik ve ulusalcılık iki ayrı şey değil, Osmanlıca ve Türkçe kavramlar olarak birbirinin aynıdırlar. bunu belirtmekte fayda var çünkü solcular açısından ulus veya Ulusculuk kabul edilip, kullanılabilir kavramlar olarak görülürken, milliyetçilik sağcı kesimin kavramı olarak görülmekte ve onlara yakıştırılmaktadır.
Kısaca ulusculuk, devletin ulus esasına göre belirlenmesidir. işte anlaşılmayan bu durum karşısında, pek çok marksist dahi buna pek kafa yormamakta ve "bir ulusun çıkarlarının öne alınması" olarak yorumlanmaya devam edilmektedir. Doğrusu marksistlerin çok dar bir kesimi (troçkistler ve devrimci marksistler) ile anarşistlerin haricindeki bütün sol muhalefet bu darlığı aşma beceresini dahi gösteremeyecektir. bu beceriye sahip olanlardan da kuşku duymak gereklidir. Çünkü bildiğimiz kadarıyla bunların pek çoğu da ulusculuğu herkes gibi tanımlamaktadır.
Bu durumda köxüz sitesi nasıl bir işleve sahiptir?
Saydığımız sıfatlarla kendini tanımlayanlardan birkaçı köxüz'ün temel düşüncelerini veya programatik belgelerini değerlendirmeye alırken haksızlık etmektedirler ve işi hakaretlere kadar vardırmakta ve alay etmektedirler, olsun bunlara alışığız ama bizim düşüncelerimizin egemen bir düşünce olduğunu söyleyecek kadar saçmasapan tespitlere konu olması anlaşılır birşey değildir. Sanki bu topraklarda sadece bizim yaptığımız türden eleştiri getirenler yaşıyor ve önemseniyorlar!? Bizler meğerse çoğunlukmuşuz da haberimiz yok... Ama köxüz'ün dışındaki hiç bir devrimciden de bizimle aynı düşünen ulus ve ulusculuk değerlendirmesi yapanı görmedik. Eğer varsa elbette ki çok seviniriz, bizi egemen çoğunluk olarak gösterenler bize bir özne göstermek zorundadırlar ki biz yanlış yolda olduğumuzu öğrenelim. Aksine gerici milliyetçilerden gelen her küfür bizleri yıpratmaz, aksine doğru yolda olduğumuza ikna eder ve fakat üzüldüğümüz nokta bu türden eleştirilerin marksist, devrimci veya komünist gibi sıfatlardan gelmesidir. Ama yanlış olan şey bu sıfatlar değil, bu sıfatları haketmeden taşıyan öznelerdir... Bu durum bizleri biraz üzmektedir ama işimizi daha sağlam yapmak gerektiği konusunda da belirli bir kararlılığa sürüklemektedir. Çünkü biliyoruz ki milliyetçiler veya egemenlerle aynı şeyleri söylüyor veya ortak bir metne imza atıyorsak bu durumda bizler; nerede yanlış yapıyoruz diye kendimizi yoklarız. Ve yine aynı şekilde, bizim yazdığımız bir metne pekala bir Türk milliyetçisi de imza atabiliyorsa bu durumda; düşmanı dize getirdiğimizi sanacak saflıkta olmadığımızın bilinmesini beklemek de hakkımızdır. Somut olarak bir sosyalist tarafından yazılan bir metin, bir faşist tarafından doğru bulunması ihtimalinde bizler 'aklın yolu birdir, bakın faşistler de bizim gibi doğrulara gelebiliyor' diye alıklaşmaz, kendimize bakarız nerede bir yanlışlık var deyi... Ve aslında bütün bir sosyalist hareketin tarihine bakıldığında görülecektir ki ulus veya ulusculuk değerlendirmelerinde bütün sosyalistler sınıfta kalmıştır, çünkü onlar da yıkmak istedikleri burjuva egemenliğinin dini olan üstyapıdan gayrı başka bir şeyi politik olarak gündemlerine almamış ve böylelikle de milliyetçilerle (dahası birleşmiş milletler'le) aynı pozisyonda kalmışlardır. Şimdi de durum pek farklı değildir. bakalım sonuçta ne olacak?
Gerici milliyetçilik ve demokratik milliyetçilik
Milliyetçilik şu an için mücadele edilmesi gereken bir akım olarak veya gericilik olarak sosyalistlerin gündeminde olmasına rağmen ve yine bunun aslında bir üstyapı olduğunun bilinmemesine paralel olarak, burjuvazinin dini veya politik alanı olarak bilince çıkarılmamasından dolayı bu konuda eksik bir bilinçlenme söz konusudur. Sanılıyor ki milliyetçi olan faşizan öznelerdir... Bu açıdan bakıldığında aslında herkes milliyetçidir, çünkü millet esasına göre oluşturulan devlet savunuları, proleter veya komünist sıfatlar da taşısalar milliyetçilikten kurtulunamaz... O yüzden dünyanın marksist etiketli tüm özneleri de milliyetçidirler. bu durum, milliyetçiliğin iyi ya da katlanılması gereken bir durum olarak algılanmamasından değil, tam olarak duru bir bilince sahip olunamamasından kaynaklanmaktadır.
Gerici milliyetçilik ise bir milletin; etniye, dile, dine, tarihe ve hatta coğrafya esasına göre tanımlanması demektir. Türk milliyetçiliği de aynı şekilde, milletin türklük esasına göre tanımlanmasını savunmak demektir. Bu etniden olanlar belirli bir tarihe sahip olabilirler de olmayabilirler de... Çünkü etnilerin de tarihi gerçekten tartışmalı bir tarihtir. bir zamanlar ermeni veya zaza olanlar bir ömür süresi içinde ve hatta bir gecede dahi etni değiştirebilmekte ve başka bir etniye demokratik olarak asimile olabilmektedirler. O yüzden türk milliyetçileri deyince ortalıkta 'hakiki türk' aramak boşuna bir çabadır. Çünkü sosyolojik türk açıklaması; türeli veya töreli insan demek iken, tarihte türk kavramı hiç bir zaman bir etniye atfedilmemelidir ve ne yazık ki türk milliyetçiliğinin bu türden tarih yoklamalarına marksistler tutarlı bir yanıt verememekte ve sessiz kalınmaktadır. bu sitede ermeni kökenli olup da azılı bir türk milliyetçisinden farklı düşünmeyen yazı ve yorumlara rastlanılmasının sebebi budur. türk milliyetçiliğini savunmak için türk soyuna mensup olmak gerekmemektedir nitekim türk milliyetçiliğini kuranların etnik kökeni türk olmamasına rağmen, türklüğü siyasal alana (ulusa/devlete) taşımak düşüncesinde olduklarından dolayı türktürler ve bu nedenle gerici milliyetçiler olmaktadırlar. Ve yine bu sitede olduğu gibi ermeni veya rum kökenli olup da devletin türklük esasına göre belirlenmesinde bir sorun göremeyenler de gerici türk milliyetçileri olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Gerici milliyetçilik aydınlanma devriminin geri çekilmesi neticesinde bir karşı devrim olarak ortaya çıkmıştır. Öyleyse aydınlanmanın millet tanımını hatırlamak gerekiyor: yurttaşlık/insanlık esasına göre oluşturulan üstyapı ya da din ve daha açık bir ifadeyle anayasa ile kendisini özne yapan topluluk... Ki bu topluluk bütün dünya insanlarını kapsamak istemektedir ve zaten "vatanım yeryüzü, milletim insanlık" şeklinde bu milliyetçilik ortaya konulmaktadır. Bu yüzdendir ki günümüzde görülen millet ve milliyetçilikle zerrece ilgisi olmayan bu türden bir milliyetçilik, sosyalist programlara bile girememektedir. Çünkü sosyalistlerin beyinleri gerici milliyetçiler tarafından ele geçirilmiş bulunmaktadır. Aydınlanmanın bu devrimci gelenekleri köxüz tarafından ortaya konulmakta ve savunulmaktadır. özet olarak modern tarihte görülen devrimci geleneklere dönülmek ve işe oralardan başlamak istemektedir. Ama bu tür bir milliyetçilik de sonuç olarak milliyetçiliktir çünkü milletin insan/yurttaş tarafından belirlenmesi dahi millete göre politik alan belirlenmesine bir tezat oluşturmamaktadır. köxüz'ün temel metinlerine göre ise aslında bizler ulus karşıtı a-nasyonalistler olmamıza rağmen demokratik ulusculuğu asgari program olarak öne sürmek zorunda kalmışızdır. Çünkü bilinmelidir ki kitleler eylem içinde bilinçlenirler ve demokratik cumhuriyet ideal bir hedef değil, mevcut sorunların pratik çözümü için gerekli olan siyasal formdur veya daha açık olarak ulus/devlettir. Çünkü şu dünyada insanlar çeşitli etnilere veya inanç anlamında dinlere mensupturlar ve bunlar birbirleriyle amansız bir kör düğüşüne girmektedirler. Elbette ki bu durum egemenler tarafından kışkırtılmakta ve desteklenmektedir. Suçu pekala bunlar üzerine atmak kolaycı bir yaklaşımdır bizler ise suçu kendimizde aramalıyız ve bu duruma son verecek bir politikamız veya programımız yoksa aslında suçlu bizlerizdir ve her ne sıfat taşırsak taşıyalım bu sıfat suçumuzu hafifletmemekte aksine daha da ağırlaştırmaktadır. bir sosyalist de bu cereyan eden kör döğüşüne son vermek için bu etni veya inançların hepsini de siyasal alandan uzaklaştırıp, tasfiye edip özel alana atma cüreti gösteren kişi olmalıdır. 'bu emperyalistlerin, kahrolası kapitalistlerin bir oyunudur' şeklindeki değerlendirmeler aslında pratik olarak savaşan insanlarla alay etmekten başka bir şey değildir... Bizim görevimiz (eğer ortada bir oyun varsa) bu oyunu bozmaktır. Yani doğru dürüst bir millet ve milliyetçilik tanımlaması yapmak ve demokratik bir ulusculuğu asgari bir hedef olarak kitlelerin önüne koymakla bu oyun bozulabilir. Bunu yapmaz isek o zaman bir tiyatro oyununu izleyen devrimci sıfatlı bir izleyici olmaktan başka bir iş yapmıyoruz demektir. Gerçek bir devrimci ise izleyici değil, eylemci olmalıdır. Bunun için de sahneye inmeli ve doğru dürüst replikler kurmalıdır ve yazılan senaryoyu bozmalıdır.
Gerici milliyetçilik varyasyonları
Bir milletin veya devletin bir etni tarafından belirlenmesi demek olan gerici milliyetçilik biraz daha demokrat olanlar tarafından değiştirilmek istenmektedir ve bu yaşadığımız topraklarda pratik olarak önümüzde durmaktadır. Tek bir etni değil de farklı etnileri esas almak isteyenler de gerici milliyetçi olmaktadırlar. Diyelim ki devletin; sadece türklükle değil de kürtlük ve lazlık la belirlenmesini savunmak da gericiliktir. Ama kabul edelim ki bu politika önceki faşizan politikalardan belirli bir farklılık göstermesine rağmen, sosyolojik olarak aynı kategoriler esas alındığından dolayı temelde bir farklılığa yol açmadığından gericidirler. Ve yine aynı şekilde bir milletin, bir veya birçok din veya dille tanımlanmasını istemek de gericilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine aynı şekilde tek bir dil veya din yerine çokluğu getirmiş olmasına ve bu nedenle politik olarak daha demokratik olmasına rağmen millet kavrayışından dolayı gerici olunmaktadır.
En tehlikeli gerici milliyetçilikler bir etni veya inanç anlamında bir din esasına göre oluşturulan veya savunulan milliyetçiliklerdir. Kültür veya coğrafya esasına göre oluşturulan milletler veya milliyetçilikler gerici milliyetçilik ile demokratik milliyetçilik arasında bir pozisyon olarak değerlendirilebilirler.
Kökleri ne olursa olsun ve hatta köksüz de olsa, bu milletin tanımından türklüğü çıkarıp yerine insan/yurttaş esasını getirmeyenler gerici milliyetçi olmaktan kurtulamazlar. Şu günlerde, türklerin kürtlerle birlikte bir ulus/devlet kurmasında bir sorun görmeyen türkler, lazlar, kürtler, türkmenler, azeriler, ermeniler, rumlar, müslümanlar, sünniler, aleviler, süryaniler ve ilh. dahi türk milliyetçiliğinin çıkarlarını savunmuş olmalarıyla birlikte; bu durumu sesli veya sessiz onayladıklarından veya sorun etmediklerinden dolayı birer türk milleyetçisidirler.
Ali Ekber

Aydınlanma ve "Millet"

Murat Belge'nin bu yazisi bizim Aydinlanmanin demokratik ve kozmopolit, yani uluscu olmayan karakteri uzerine dediklerimizin degisik ormeklerini sunuyor. Bir ek arguman olarak ele alinabilir icindeki veriler.
Murat Belge - 16.12.2008
18. yüzyıl Avrupa'nın Aydınlanma Çağı'dır. Aynı zamanda, dünya tarihini değiştirecek büyük dinamiklerin, geçmişten devraldıkları hızı birkaç katına çıkararak, bilinçlenmeye başladıkları çağdır. Bu büyük dinamiklerden biri yüzyılın bitimine 11 yıl kala patlak veren Fransız Devrimi'ni hazırlayan siyasî dönüşümler; öteki ise ilk sinyallerini 1760'lardan sonra vermeye başlayan Sanayi Devrimi.
17. yüzyılda bilimlerin akıl almaz sayılan ilerlemesi, maddeye, hayata yeni bakış biçimi ve alınan sonuçlar, Batı dünyasının entelicensiyasına, Akıl'ın egemen olduğu bir çağda yaşadıkları inancını aşılamıştı. Bir örnek vereyim: eskiden insanlar gök gürleyince korkar, siner, saklanırlardı, çünkü bir yıldırım düşmesinin neler yapabileceğini görmüşlerdi; "tecrübeleriyle sabit"ti. Ama yüzyılın ikinci yarısında Ben Franklin "paratoner"i yaptı. Ne demekti bu? Doğayı inceliyor, doğanın yasalarını tanımayı öğreniyorsan, bir zamanlar kaçıp saklandığın o yıldırımı yakalayıp toprağa atarsın!
"Doğanın yasaları"... Doğa evrensel; onun evrensel yasalarını inceleyip öğrenecek olan Akıl da evrensel. Dolayısıyla Aydınlanma düşüncesi "evrenselci"dir (universalist). Bu çağın en fazla özelliğini temsil eden "aydın" kişi de Voltaire'dir (tabii Kant'tan II. Friedrich'e başka birçok ad sayabiliriz). Voltaire iki yıl kadar Britanya'da yaşadı, bundan çok memnun kaldı, bir kitap da yazdı (Fransa'dayken ikide bir kendini Bastille'de buluyordu –anayurt, kimi zaman, aydınına karşı daha "hoyrat"tır). Bundan sonraki bir "ziyaretgâh"ı, liberalizmiyle tanınan Felemenk'tir. Friedrich kral olunca o da Berlin'e yollandı. Sonra bir daha. 1750-53 arasını orada geçirdi. Başlıca özelliği karşısındakileri kızdırmak olduğu için sonunda Kral'ı da kızdırıp döndü. Ama çok kalmadan Cenevre'ye geçti. 1757'de Cenevreliler'i de kızdırmıştı. Ancak İsviçre'de bir mülk edindi ve otoritelerden kaçması gerektiğinde sığınacak bir yer bulmuş oldu.
XVI. Louis, Irene oyununun sahneye konması üzerine, Voltaire'e Paris'e dönme imkânı hazırladı, ama yüzyüze gelmekten kaçındı. 1778'de Voltaire Paris'e vardığında, buraya son ayak basalı 28 yıl olmuştu. Zaten o yıl da orada öldü. Kilise dinî ayinle gömülmesine izin vermemişti (ama ayin yanlışlıkla yapıldı). Devrim'den sonra ise kemikleri Pantheon'a taşındı.
Bunları, Aydınlanma aydınının "uluslararası" karakterini vurgulamak için anlatıyorum. Rus Çariçesi (ama Alman asıllı) II. Yekaterina'nın (Büyük Katerina) yanında yaşamamıştı ama Rusya'da Aydınlanma hakkında kitap yazmış, Çariçe ile de düzenli olarak mektuplaşmıştı. O, aklını Avrupa'nın hizmetine sunmuştu. Ama o aklın alıcıları da vardı, Rusya'da, Prusya'da, başka yerlerde.
Tarih, bir uyum içinde çalışmak gibi bir amacı olmayan pek çok, sayısız çarkın kendi mantığı içinde devrettiği mekândır. Aydınlanma'nın yürürlüğe koyduğu, işlettiği başka çarklar, Aydınlanma'nın "evrenselciliği"ne "kontra" gidiyordu. "Sanayi Devrimi" dedik. Üretimin sanayie kayması, başka önemli değişimlerle birleşince, önceki çağlardan devralınan, ama bu çağda özetlemeye çalıştığım "uluslararası" kültüre de önemli katkısı bulunan "hanedan"lara meydan okumaya, onları anakronikleştirmeye başlamıştı. Fransız Devrimi de bu yeni süreçte geri dönülmez bir menzil oluşturacak ve "millet" kavramını kavramsal hiyerarşinin tepesine yerleştirecekti.
"Aydınlanma" denince Voltaire kadar hatırlanmaya hakkı olan Diderot, İskoç filozofu David Hume'a mektup yazar: "Sevgili David, sen her milletin malısın... Ben de, senin gibi, dünya denen o büyük şehrin hemşehrisi olmaktan kıvanç duyuyorum."
Çağın büyük tarihçisi (Roma'nın yıkılışını anlatan) Gibbon: "Bir yurtsever, kendi yurdunun çıkarını ve şerefini her şeyin üstünde tutmayı görev bilebilir; ama bir filozof da görüşünü genişletebilir ve Avrupa'yı değişik ülkelerden sakinlerinin aynı incelik ve kültür düzeyine geldiği büyük bir cumhuriyet gibi görebilir" (yani şimdi gerçekleşmekte olan durum). Şu da, ünlü Ansiklopedi'de Jancourt'un yazdığı "millet" maddesinden: "Bir philosophe, ailemi kendime tercih ederim, dedi, yurdumu ise aileme, ama insanlığı da yurduma."
Milliyetçilik 19. yüzyılda bunların üstünden silindir gibi geçti, bu yaklaşımı marjinalleştirdi. Ama 21. yüzyılda entelektüel sayacın ibresi gene bu değerleri işaret ediyor. Dünyada...
Türkiye'de o sayaç henüz yok.
Demir Küçükaydın
Kişisel sayfa: Demir'den Kapılar
http://www.demirden-kapilar.org/anasayfa
demiraltona-at-hotmail-dot-com

aydınlanma ve ulusculuk

sevgili demir,
aydınlanmanın gerçekten uluscu olup olmadığı sanırım kavramsal düzeyede ve terminolojik olarak ayrımlaştırmada faydalı olabilir. o bakımdan karşı olamayacağım bir netleştirme şu şekilde de olabilirdi, ki sanırım bu konuda siz de benzer şeyler ifade ettiniz: "ulusculuk, aydınlanmaya devriminin boğulması olarak bir karşı devrim demektir." bu kavram kabul edildiğinde, aydınlanma devrimi ile oluşan devlet yapısının kozmopolit veya evrensel olduğu bir hakikat iken, dünya coğrafyasını kapsar nitelikteki uluslaşma hareketini ele aldığımızda; "ulus" kategorisini ya tırnak içine alacağız ya da tamamen tırnak dışına atmak için aydınlanma ve ulusculuğu karşı karşıya koyup, ulusculuğun iki biçiminden sözedeceğiz demektir. bu durumda ortada bir sorun gözükmüyor. ben "aydınlanma devrimi" ve bir "karşı devrim olarak ulusculuk" kavramlarında bir sorun görmediğimi belirteyim. ve bundan sonra da bu kavramlara dikkat çekerek düşünmeye ve yazmaya çalışacağım. bu şu noktada faydalı olabilir: aydınlanma dünya tarihsel bir devrimdir, tıpkı önceki 'dinler' gibi... ulusculuk ise bu dünya tarihsel devrimin dar coğrafyalar içine sıkışarak geri çekilmesi/yenilmesi olarak yorumlanabilir... bu durum konuya vakıf olanlarca biliniyor iken, ulusculuk konusunda gerek site yazarlarımızın gerekse de yorumcuların bir bölümünün ilgisinden önce girişimci arkadaşların da ilgi göstermesiyle sanırım terminoloji içinde literatür sorunu da giderilmiş olur. çünkü demokratik cumhuriyet fikri de o zaman bir tür ulusculuk olarak değil de kozmopolit veya evrensel bir DİN veya ÜSTYAPI olarak görülmesi gereklidir. ve bu durumda "demokratik cumhuriyetin de bir tür ulusculuk olduğu" önermesi yerine, "demokratik cumhuriyet, aydınlanmanın devrimci geleneklerine bir dönüş olarak, aydınlanmanın üstyapısıdır" şeklinde bir önerme de pekala derdimizi ifade edebilir. önemli olan böylesi bir literatürün daha açık tanım ve anlamlandırılması çalışmasında bir yere gelebilmektir. o yüzden bence sorun olmaz ve böylesi bir tanımlama da yerindedir.
selamlar
ali ekber