30 Kasım 2014 Pazar

MYK SİYASAL METNİ UMUT VERİCİDİR



"Yeni Bir Ortadoğu'ya Doğru" başlığı ile SYKP MYK Siyasal Bir Metin duyurusuyla 26 Kasım 2014 tarihinde SYK mail grubunda yayınlanan metnin eleştirisidir.

Bundan bir önceki metin, karar metni idi ve karar metnine göre peşinden gelen Ortadoğu Üzerine Siyasal Metin karar metninin önemli bir yanlışını düzeltmektedir. “Herkes HDP’ye!” başlığı ile ele aldığımız çağrıda “Türk sentrizmi” üzerinde duruyor ve bütün “bileşenleri” (ve en başta da partimiz SYKP’yi Kürdistan Özgürlük Hareketi noktasında eleştiriyorduk. Ne derler? Aklın yolu birdir. Bu bakımdan “Ortadoğu Metni” Türk sentrizminden çıkış için bir ilk olmaktadır. Bu metin hiç olmazsa Ortadoğu ve Özgürlük Hareketi ile sosyalizm veya Marksizm dolayımını gerçekleştirmemize olanak sunmaktadır. Partimiz önemli bir suçlamadan kurtulmuştur ve sırf bu yönüyle bile yoldaşlarımız kafası dik olarak kitleler ve tarih önünde hesap verir konuma gelmişlerdir. MYK ‘da görev alan ve bu metne emeği geçen tüm yoldaşları tebrik ediyoruz.
“Ortadoğu’da bir demokrasi vahası: Rojava”
Yukarıdaki başlık altında ele alınan bölümde bu görev kotarılmıştır. Övgüler bu başlık altında ele alınan soruna devrimci Marksist yaklaşımdan ötürü yapılmıştır ve ne söylense de azdır. Bu başlık altında serilen yaklaşım tüm yoldaşlarımızın artık ezberlemesi gereken ve her adımda-taktikte bakılması gereken jalon gibidir.
Bu kadar övgü yeter! Çünkü bizler övmeyi ve övülmeyi seven bir siyasal gelenekten gelmiyoruz. Bizler için en değerli olan davranış ELEŞTİRİ’dir ve Lenin yoldaşın deyişiyle “bir partinin ciddiyeti, hatalar karşısında verdiği ÖZ-ELEŞTİRİ ile belli olur.” Bize (biz Marksistlere) göre MYK bir önceki hatalı kararını bu metinle öz-eleştiri biçiminde sunmaktadır veya bizim öyle kabul etmemiz için bir neden yoktur. Çünkü bir önceki kararında veya kararlarında genel olarak kürtlerden söz ederken, şimdi ortada bir nesne değil, özne vardır. Bu özne üstelik ismiyle anılmakta ve ittifak edilmektedir.
Ama partimizin Türk sentrizminden tamamen kurtulması mümkün müdür? Şimdilik umudumuz vardır ama bu da ancak eleştiri ve öz-eleştiri sayesinde mümkün olmaktadır ve biz başka da bir yöntem bilmiyoruz. Rojava konusunda önemli tespitler yapılmaktadır ve bu tespitler sayesinde hiç olmazsa Türk ezilenlerini programa kazanmak mümkün hale gelmektedir.
Rojava bölgedeki en ileri ve en demokratik ve veya en laik bir oluşumu gerçekleştirmektedir. O yüzden bölge ve dünya devletleri tarafından istenmemektedir. İlk başta da Türkiye ve Barzani’nin başında olduğu burjuva kürtler tarafından her durumda diz çökmesi ve ezilmesi arzu edilmektedir. Bütün dünya yani hem Avrupa hem de ABD ve hem de diğer emperyalistler bu demokrasi vahasını yok etmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar ve şimdi yok edilmiyorsa bunun nedeni siyasal dengelerdir.
Bu durum bizlere gösteriyor ki Rojava’da bir SINIFLAR SAVAŞI vardır. Rojava hakkında yapılan değerlendirmeler dahi bu sınıf savaşının kanıtlarını sunmaktadırlar. Rojava deneyimi her şeyden önce klasik gerici ulusçu deneyimlerden biri değildir.  Orada demokrasi için ilk ama acemi bir adım atılmıştır. Bu acemi adımlar bile bütün dünyanın üzerine gelmesi için yeterli olmuştur. Şunu unutmayalım ne PKK ne de PYD Kürtlerin partisi değildir. Bu partiler ezilen köylülerin, işçilerin, öğrencilerin, gençlerin ve kadınların partisi olmuştur ve bu bilimsel gerçek ancak bu partilerin kendilerini destekleyenlere İHANET etmesi durumunda değişecektir. Zaten bu durumda da Kürdistan Özgürlük Hareketi yenilmiş sayılacaktır.
Şimdi de Siyasal Metin üzerinde bir iki yanlış vurguyu eleştirelim!
“Kobane’de iki ayı aşkın süredir direnen sadece bir halk değil, aynı zamanda yeni bir uygarlık projesidir. Bu kavranmadan neler olup bittiğini anlamak, kimin kiminle neden savaştığını, bir sonraki adımın neler olabileceğini öngörmek neredeyse imkansız.”
Burada ikinci cümle birinciden bağımsız olarak doğrudur. Yanlış ise birinci cümle içinde yer alan “uygarlık projesi” kavramındadır.
Bir uygarlık projesi iddialı bir kavramdır. Çünkü orada gerçekleşen şey, Avrupa Birliği veya ABD gibi özerk veya konfederal bir yapılanmadır. Ve bu tür yapılanmalar ilk defa görülen bir şey değildir. o yüzden yeni bir biçim veya form oluşturmazlar. Ama niye istenmemektedir? Demokratik bir form Ortadoğu için hiçbir emperyalist kutup tarafından öngörülmemiştir de ondan…
Dünyanın sözde demokratik devletleri kendileri için uygun-helal gördükleri demokratik formları Rojava’ya haram etmektedirler. En başta ABD için en uygun çözüm, bütün herkesin bağımsız bir devlet haline gelmesidir. Evet, ABD “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”nı savunmaktadır. ABD evel eski “Self Determinasyon” hakkını savunur, neden? Bu tür gerici (her ulusa bir devlet düşer) çözüm bütün bölgeyi karıştırmaya yeter de ondan… Kanıt mı istiyorsunuz? Bakınız tüm eski büyük Birlik’lere! Sovyetler ve Yugoslavya’ya! Ortadoğu Körfez krizinden bu yana Lübnanlaşma yolunda tam gaz ilerlemektedir. Yani ABD projesi her durumda zafer kazanır görünmektedir. İşte Rojava bu plana karşı ilk ciddi karşı duruşu sergilemektedir. O yüzden bütün dünyanın dikkati Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlayacağı bu yere çekilmektedir.
Ama Rojava tüm bu karşı koyuşuna rağmen yeni bir uygarlık projesi değildir. Yeni bir uygarlık projesini ancak biz Marksistler savunabilir veya başarabiliriz. Rojava köhnemiş, gerici ulusçuluk karşısında Avrupa Birliği türünden bir ulusçuluk veya paradigma değişikliğidir.
Ancak, bu paradigma değişikliği veya stratejik yönelim PKK tarafından ve bizzat Öcalan tarafından “ulus devletin aşılması” biçiminde sunulmaktadır. Biz Marksistlere göre ne AB ne de Demokratik Özerklik veya Federasyon gibi çözümler ulus-devleti aşmaz, bizzat bu bakımdan uygarlığa yeni bir aşı olur.
Yeni Bir Uygarlık Projesi İçin
Yaşanılan uygarlık Modernite veya Aydınlanma olarak bilinmektedir. Marksizm de Aydınlanma’nın sol çocuğu veya heretik bir mezhebi olmuştur. Aydınlanma her şeyden önce ÖZEL-POLİTİK ayrımına dayanan uygarlıktır. Feminist hareket bize şunu öğretmiştir: ÖZEL OLAN POLİTİKTİR.
Feminist hareketin bu hamlesi aslında Marksizm için bir KATKIDIR. Çünkü ÖZEL-POLİTİK AYRIMININ KENDİSİ POLİTİKTİR.  Çünkü neyin özel, neyin politik olduğu çeşitli normlara bağlı olduğundan ve bu tamamen HUKUKİ olduğundan (Sosyolojik-Bilimsel) olmadığından bu ayrımın kendisi POLİTİK olmaktadır.
Yaşanılan uygarlık aydınlanmanın ulusçuluk biçiminde gericileşmiş biçimidir. Ulusçuluk, Aydınlanma karşısında KARŞI DEVRİM demektir.
Aydınlanma Evrensel İnsan Hakları’nı bütün dünyada gerçekleşecek uyanışın Anayasa metnidir. Yani ulusçu değil, kozmopolittir.
“Vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen Tevfik Fikret en büyük aydınlanmacıdır bu topraklarda…
Ulusçu karşı devrim Napolyonculuktur. Aydınlanma devrimcileri Robespierre veya Marat tıpkı Marks veya Lenin neyse o’dur. Napolyonlar ne ise Stalin veya Atatürkler de odur. Her iki tip arasında devrim ve karşı devrim gibi bir fark vardır.
Öyleyse yeni bir uygarlık için Aydınlanma’nın aşılması gerekmektedir. Ve bu durumda Rojava Aydınlanma’nın henüz kıyısına gelmiştir. Ve aynı şekilde Öcalan Marks’ın veya Lenin’in kıyısına gelmiştir.
Uygarlığın aşılması için kapitalizmi aşmak gereklidir. Rojava bu bakımdan da yeni bir uygarlık olmamaktadır. Çünkü bizim savunduğumuz Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet dahi kapitalizmi aşmaz, en fazla, kitleleri kapitalizmi aşması kıyısına kadar getirir o kadar…
Bize göre komünizm yeni bir uygarlık olarak tasavvur edilmelidir. Her şeyden önce de uluslara ve ulusçuluğa meydan okuyan bir programla hareket edildiğinde bu uygarlık için önemli bir hamle yapılmış olur.
Kapitalist Uygarlık bütün dinamiklerini tüketmemiştir.
Kapitalizmin krizleri üzerine kafa yorarken bu krizler abartılmamalıdır. Nitekim bu siyasal metinde bu abartılar yer yer işlenmektedir. Yaşanan tüm geçmiş krizlerden başarı ile çıkan kapitalist uygarlık kendine olan güvenini tazelemiş görünmektedir. O yüzden de yaşanılacak siyasal krizler de eğer ciddi bir devrimci demokratik muhalefetle karşılaşmazsa yine kapitalizm taze kanla yaşamasına devam edecektir.
O yüzden bizler bütün teorik enerjimizi devrimci demokratik muhalefeti, programatik olarak çözmeye hasretmek zorundayız.
Ne ABD ne de diğer emperyalist devletler ciddi bir siyasal krizle karşılaşmamaktadırlar. Rojava yaşanılması muhtemel ama en zayıf bir olasılık olarak durmaktadır ama şimdiden politik olarak düşmek üzeredir. Eğer bütün dünya ve özellikle Türkiye’deki devrimci demokratik muhalefet ve tabii ki Marksist Hareket bütün gücünü cepheye sürmezse… Bütün gücünü cepheye sürüp, bir de bu politik gücünü teorik-politik hazırlık ile birleştirirse o zaman Rojava tekrar ve daha dik bir şekilde ayağa kalkacaktır. Çabamızın gayesi yalnız budur!
"HDK/HDP’nin Kürt siyasi hareketinin ihtiyaçlarına daralmış bir siyasal hatta oturmasının hepimizin kaybetmesi anlamına geleceğini bir kez daha belirtme gereği duyuyoruz."
Yukarıdaki belirleme Turgut yoldaşımızın da dikkatinden kaçmamıştır.
Yukarıdaki belirleme aslında hem doğrudur hem de yanlıştır. Nasıl olduğunu görelim!
Günümüzde mücadele eden bütün sosyal hareketler (ki işçi hareketi de bir sosyal harekettir) kendi ihtiyaçlarına daralmış bir siyasi hatta oturduğunda yenilmesi kaçınılmazdır.
Sadece Kürtler değil, kadınlar, gençler, feministler, işçiler, sendikalar, hemofobi karşıtları, vicdani redciler, ve ilh. İçin de bu gerçektir. Mantık olarak böyle koyduğunuz an bu bütün muhalefeti toparlayacak bir programa ihtiyaç duyarsınız. Şimdiki programımız veya HDP-HDK programı bunları aritmatiksel olarak birleştirmektedir ama bir program aritmetik değil, cebirsel olmalıdır.
Aritmetik program şimdiden savunulduğu gibi şöyle vazeder: biz şunların şunların hareketi veya partisiyiz. Ama cebirsel bir program aynı zamanda yeni bir uygarlığın devrimci Marksist programı olduğundan şunu der: bizler insan veya yurttaştan gayrı bir belirleme tanımayız. Bütün etniler, inançlar, kimliklerin siyasal bir anlamı olmamalıdır. Bunlar kişisel özel sorunlardır. Türklük de kürtlük de kadınlık da Alevilik de bizim demokratik ve sosyal cumhuriyetimizi belirlemez. Bizler komünler üzerine yaslanırız. Her komünün ayrılma hakkı vardır. İsterse bir köy veya mahalle komünü bu cumhuriyet içinde kalmak istemeyebilir. Türklük ve kürtlük inanç gibi bir kategoridir ve sosyolojik bilimsel bir kategori olmadığından politik olmaları düşünülemez. Bütün cemaatler siyasal yapıyı belirlemek istediklerinde kaos çıkar. O yüzden bizim ulus devletimiz kendisini yurttaş-insan tarafından belirlenen komünler üzerine bina edilir. Gerçek laiklik de budur. Bu ulus devletin anayasası hiçbir etni, soy, kan, dil, din, kültür, tarih, coğrafya, vb. ile tanımlanmaz.
İşte bu tür bir programla hareket etmeye başladığımız an yeni bir uygarlığın da müjdecisi oluruz. Ama bu bile yeni bir uygarlık değildir, henüz Aydınlanma’nın yarım bıraktığı yerden devam eden bir program demektir bu!
Yani bu uygarlığı aşmak için de ulusçuluğu aşmak gerekir. Ulusculuk, politik olanı ulus-devlet olarak tanımlamak demektir. Yanlış bilinenin aksine ulusçuluk, bir ulusun çıkarlarını savunmak demek değildir. Bu tanım ulusçuların, ulusçuluk tanımıdır. Sosyolojiye göre yani marksizme göre ulusçuluk, siyasal olanın ulus-devlet tarafından belirlenmesini savunmak demektir.
“Kürt Özgürlük Hareketi stratejik anlamda herhangi bir egemen bloğun parçası haline gelmediği sürece (bunu isteyen oldukça geniş bir kesim olsa da KÖH’ün önderliğinde böyle bir eğilim söz konusu görünmüyor) taktiksel farklıklar olsa dahi bölgenin devrimci bloğunun en önemli parçası olarak kalacaktır.”
Buradaki muğlak ifadeler eleştirilebilir. Duruşumuzu özetleyelim ve somutlayalım:
a. Bizler TC karşısında olan bütün hareketleri destekleriz. Amacımız bu gerici ulus-devletin bütün kurumları ile tuzla buz olmasıdır. PKK veya ittifak ettiğimiz Kürdistan Özgürlük Hareketi, TC ile birlikte yeni bir ulus devlet kurduğunda (Türk-Kürt devleti olmaz değildir) o zaman bizler bu devleti yıkmak için mücadele edeceğimizi şimdiden duyururuz.
Ama bu tür bir ulus-devlet yapılanması bile şimdiki türklükle tanımlanmış devletten bir adım ileri bir yapılanma olur. Kitleler bu uğurda mücadele etmeye başladıkları anda değişik programlar da tartışma alanına girer. Çünkü mücadele halindeki kitleler azla yetinmeyip daha fazlası için mücadele edebilirler ki tarihte bu biçimler (komün, Sovyet,)  vb. bu tür mücadelelerin sonuçları olmuştur. Yeter ki devrimci demokratlar ve öncelikle de biz Marksistler hazırlıklı olalım!
b. İttifak ettiğimiz güçler, bizlerin istemediği ama onlar için rasyonel başka ittifaklara girebilirler. Örneğin ABD ile yapılacak ittifak olasılık olarak önümüzdedir. Bu durumda bizler ne yaparız?
Bu sorun şimdiden tartışılmaktadır ama açık biçimde değil, üstü örtük biçimde ve gerici ulusçuluk formlarında bu konu ele alınmaktadır. Marksistler bu sorunu açık olarak tartışmamaktadırlar. Biz bir fikir verelim! a. Şıkkında ifade ettik, eğer PKK veya KDP, ABD desteğiyle TC’ye saldırırsa biz ne yaparız?
Hemen söyleyelim. Bizler TC karşısında olan güçleri destekleriz. Tıpkı Lenin’in, Rusya’yı uzak doğuda yenilgiye uğratan Japonları desteklemesi gibi destekleriz. Evet bizler asla kendi ulus-devletimizden yana olmayız, onun her savaşta yenilmesi için çaba gösteren ulusal hainler oluruz. O yüzden PKK ile ittifak halindeyiz. Ama PKK gerici ulusçuluğu aşmanın kıyısına gelmiş bir hareket olduğundan bizim işimizi daha da kolay hale getirmektedir ve bu bakımdan kesinlikle ayrı hareket edilmemeli, bu hareketi zayıflatan her adım gerici ulusçuluk (bizce ırkçılık) olarak lanetlenmelidir.
Devrimci Selamlar

21 Kasım 2014 Cuma

HERKES HDP’YE!



Kürtlerin hakları için değil, onları desteklemek için ve onların Demokratik Cumhuriyet adıyla dile getirdiği stratejik yönelişin, bütün demokratların da programı olması gerektiği halde; HDP bileşenleri, basit demokratik görevlerini yerine getirmemek için türlü bahanelerle görevlerini savsaklamakta ve yalpalamaktadır.
İlk önce EMEP, şimdilerde ise çorap söküğü gibi gelecek diğerleri arasında; özelde, HDP veya PKK, genelde Kürdistan Özgürlük Hareketi karşısındaki tavırlarında benzerlik göze çarpmaktadır. HDP bileşenleri olarak anılan tüm bileşenler, HDP’yi demokrat bir parti olarak görmek istememektedirler ve yine HDK’yi de demokratik bir yapı olarak biçimlendirmek istememektedirler. Şu halde bileşenler Örgütlenmenin ve hareketin demokratik biçimlenmesinin engeli haline gelmektedirler.
Şu tespiti tekrar edelim; genelde Kürt Sorunu yoktur, Türk Sorunu vardır. Bu sorun başka bir şekilde de formüle edilebilir; Türk Sorunu çözülmediğinden (bu henüz bilinmemektedir) dolayı Kürt Sorunu yaşanmaktadır ve ikincinin çözümü birincisine bağlı olduğundan asla da çözülmeyecektir.
Tarihin (diyalektiğin) acı cilvesi şudur; demokratlar demokrat değildir, demokrat olmayanlar demokrattırlar. Şu tarihte Bolşeviklerden sonra gelen, Marksist gelenek içinde yer alan hemen hemen bütün hareket veya partiler, anti demokrat birer hareket veya parti oluşturmuşlardır. Ezilen bütün ulusal hareketler de öyle… Vietnam’dan Filistin’e kadar bütün ulusal hareketler de demokrat olmayı becerememiş daha doğrusu olmak istememişlerdir. Günümüzde bir tek PKK hareketi bunu aşacak programa sahiptir. Bu dinamik şu an kendisini Özgürlük Hareketi olarak gören hareketin dinamiği her alanda kendisini yenilemekte ve cümle aleme örnek olmaktadır. Ne yazık ki bu hareket Marksist olmadığından, bütün program veya kavramlarını burjuva liberalizminden, soyut bir kozmopolitizmden, demokratik kültür veya tarih yazma girişimlerinden çıkarıyor. Bu haliyle bile bütün Marksistlerden, kendisini ne denli komünist veya sosyalist sıfatla anarsa ansın, isterse de bunu radikal anarşizmi ile göklere çıkarsın bütün sosyal hareketlerden, ekolojistlerden, feministlerden, vb. daha Marksist ve daha ekolojist veya daha feminist olmaktadır. Onların Marksist olmamaları demokratik program arayışlarına engel olmamış gözükmektedir.
Kürt burjuvazisinin gerici milliyetçiliği ile PKK’nin kıyısına geldiği demokratik milliyetçilik, taban tabana zıt ulusçuluk (ulus-devlet) programı veya stratejisidirler. Bu gerçek, bütün milliyetçiler tarafından gizlenmekte ve tartışılmak istenmemekte bu nedenle de geniş kitlelerce bilinemez kalmaktadır. Yalnızca PKK bu kesimlerin savunduğu milliyetçiliği “ilkel milliyetçilik” olarak yerden yere vurmasına rağmen, ezen kesim solcuları veya devrimcileri tarafından bu iş hala yapılmayı beklemektedir. Bize göre HDP bileşenleri olan hareketlerin tümü gerici milliyetçilerin rasyonalize edilmiş şekilleridirler. Bu bileşenler akıllı milliyetçilerdir aslında ama kendilerinin milliyetçi olduklarının farkında değildirler. Evet, günümüzde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı veya ezen ulus özgür olamaz desturuyla hareket edenler aslında akıllı milliyetçilerdir. O yüzden bir devrimci veya demokratın akıllı milliyetçilikten kurtulması için milletin-ulusun-devletin (özelde TC.’nin) Türklükle tanımlanıyor olmasını sorun haline getirmesi gerekmektedir. Bu sorunun farkında olmayan bütün ezen ulus sosyalistleri aslında gerici ve fakat gizli milliyetçilerin tuzağına düşmüş milliyetçiler haline gelmiştir. Bu nedenle ezen kesim devrimcileri en basit demokratik adımları daha atmakta zorlanmakta, en basit demokratik kavramları dahi kullanmamaktadırlar.
Yukarıya aktardığımız sorunlar teorik olarak aşılması gereken sorunlardır. Ne yazık ki bu teorik sorunlar hiçbir devrimci partinin tartışma gündemine dahi girmemiştir. Bu sorunlar halledilmese de olur diyebileceğimiz sorunlar olmadığından şimdilerde yaşanan HDP GERİLİMİ bütün devrimcilerin omuzlarında bir yük haline gelmiştir. Bu yükten kurtulmanın yolları ise taktiksel adımlarda görülüyor.
HDP Bileşenlerinin dayandığı temel teorik-politik zemin kabaca şöyledir;
‘Kürtler sosyalist veya komünist olmadıklarından sınıf mücadelesi vermemektedirler, onlar sadece ulusal kurtuluş mücadelesi vermektedirler. Bu yüzden ezen ulus devrimcileri amaç itibariyle onlardan farklılıklarını her adımda ortaya koymalı ve Kürtlere yaklaşırken Kürtlerin haklarını savunmalı ama bunları savunurken Kürtçü olmamalıdır. Bizler Kürtçü değil, işçiciyiz veya sosyalistiz ve-veya komünistiz. Bizler sınıflar mücadelesi veriyoruz onlar ise ulusal mücadele veriyorlar, onların sınıflar mücadelesi içinde olması beklenmez çünkü her iki mücadele farklıdır. Ezilen ulus devrimcileri sosyalizm hedefi güdemez ama biz ezen ulus devrimcileri bunu yapabiliriz.’
SYKP, ESP, EMEP gibi partiler veya bileşenler bu varsayımı paylaşmaktadırlar. ESP diğer bileşenlere göre daha fazla olarak ezilen sınıf ve topluluklara diğerlerine göre daha yakındır ve diğerlerine göre tarihsel olarak somut bir enternasyonalist geleneğe (İbrahim Kaypakkaya) dayanmaktadır. ESP de bu gizli varsayımı paylaşmakla beraber henüz bu partide bir rahatsızlık bu nedenle fiili olarak gözlenmemektedir. Görünen o ki ESP bu süreci tek ayak üstünde de dursa götürecek bir dinamik olarak görülmektedir. Bu gizli varsayımı paylaşmayanların sayısı ise üç basamaklı rakamlara bile gelmeyen çok az sayıda devrimci ve demokratların sırtında ağır bir yük olarak durmaktadır.
Yukarıya aktardığımız temeli, HDP Bileşenlerinin teorik-politik yaklaşımını eleştirmekle işe koyulalım!
Bütün bu varsayım Kürtleri bir özne değil, nesne olarak gören himayeci bir yaklaşımı özetlemektedir. Bu Marksist gibi görünen varsayım tümüyle gerici, üstelik ırkçı bir varsayımdır.
İkinci enternasyonal zamanı bu düşünce başta Lenin olmak üzere 3. Enternasyonal önderliği tarafından aşılmıştır. Avrupa merkezcilik olarak lanetlenen bu düşünceye göre; kendilerini, ezilen ulus devrimcilerine göre daha gelişmiş addeden Avrupa Marksistleri, ezilen ulus karşısında bir himayeci veya kurtarıcı olarak görme eğilimindedirler. Bu varsayıma göre ezilen uluslar kendi başlarına ileri bir adım atacak yetenek ve güçte görülmemektedir. Onların hakları savunulmalıdır ama bu iş de Avrupalı Marksistler tarafından yapılmalıdır çünkü ezilen ulus öncüleri bu yeteneğe de haiz değildirler, modern sınıflara sahip olmadıklarından dolayı geridirler, vs. vs.
Görüldüğü gibi bu yaklaşım aslında ırkçı bir yaklaşımdır, şimdilerde Avrupa merkezciliğinin yerini bizim coğrafyamızda bütün ezen ulus devrimcileri yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Eskiden bu düşünce en çok Dev Yol benzeri hareketlerde görülürdü, şimdilerde herkes benzeri düşüncelere sahiptir, hatta Troçkistler de bile bu gizli varsayım, güçlü olarak vardır, gerisini siz düşünün! İkinci enternasyonalin Avrupa merkezciliği şimdilerde bizim coğrafyamızda Türk merkezciliği şeklinde görülmektedir, üstelik eskiye nazaran daha güçlü bir biçimde… Daha güçlü olmasının nedeni kabalığında değil, gizliliğindedir, çünkü himayeci yaklaşım tarzı ezen-ezilen ilişkisini farklı bir düzlemde üretmekte olduğundan bu tür gizli (latent) ırkçılıktan (evet günümüzde bu da bir ırkçılıktır) kurtulmak, kaba ırkçılığa göre daha zordur.  Her şeyden önce farkına varılması önünde en önemli bir seti oluşturan bizzat kaba güçle devlet değil, yeniden yorumlanan liberal burjuva ideoloji veya çeşitli sosyalist ideolojilerdir.
Ezen ulus sosyalistleri, devrimcileri, demokratları ağız birliği etmişçesine ezen ulus liberalleri, faşistleri veya Türk Devleti ile benzer bir yaklaşımlardan uzak durmalıdır! PKK veya Özgürlük Hareketi veya HDP sanki Kürtlerin genelini temsil ediyormuş gibi bir algı oluşturulmaktadır. HDP bileşenleri de bu algıyı güçlendirmekten başka bir iş yapmamaktadırlar.
Tanık olduğum SYKP toplantılarında veya diğer partilerin ağzında da bu varsayım daha güçlü olarak NESNE algısından kaynaklanmaktadır. Kürtlerin hakları savunulmaktadır. Bütün SYKP’li arkadaşlar veya EMEP’li veya ESP’li arkadaşlar Kürtlerin haklarını savunmak istemekte ve ellerinden geldiğince bu işi yapmaktadırlar. Ama hiç birisi ağzına PKK adını anmadan, sanki Kürtler bir özneden yoksunmuş gibi savunmaktadırlar. Onlar Kürtlerin haklarını savunmak yerine PKK’yi desteklemeyi nedense utangaç bir tavırla “dolaylı destek” anlamında kullanmaktadırlar.
Kürtler aslında savaşın bir tarafı değildir, savaşanlar bile Türkler ve Kürtler değildir. Sorunu böyle koyan Marksistler marksistliğinden utanmalıdır! Savaşan iki güç vardır, hem gerici hem de liberal burjuvaziyi yedeğine alan bürokrasi ve militarizmiyle Türk Devleti savaşın ezen tarafındadır. Yoksul köylü ve işçilerin desteği ile karşı tarafı oluşturan PKK… PKK hareketi ise bir nesne değil, öznedir. Savaşan tarafları böyle koyduğunuzda ezilen tarafı ve üstelik de haklı tarafı oluşturan PKK, ezen ulus devrimcilerinin stratejik ortağı haline gelen bir özne demektir.
Stratejik ortaklık ne demektir?
Her şeyden önce taktik düzlemde bir ortaklık demek olmadığı kavramın kendisinde belli hale gelir. Ama ne çare ki ezen ulus sosyalistleri (onlardan ayrı kalmayan devrimcileri, demokratları veya anarşistleri) bu stratejik ortaklığı taktiklere kurban etme eğilimindedirler. Her durumda, özellikle de ezilen hareketin önderliğindeki en küçük bir hatada bu yaklaşım ortaya çıkar. (Şu “lobiler” ve “marjinal” tartışması herhalde unutulmamıştır.) Politik düzlemde yaşanan bütün kırılmalar veya atılan tüm politik adımlar (seçimler) bu stratejiden bağımsız stratejiler gibi ele alınmaya devam edildiğinin göstergeleri olmuşlardır. Seçimlerde yaşanan, başarı veya başarısızlık gibi görünen rakamlara takılıp, oralardan strateji yorumlamalarına pek çok kez şahit olmuşuzdur. Yine aynı şekilde Kürtlerle birlikte yürünülen yolun sonunda “kürtçü gibi görünmeler” den şikayetler başlamıştır. Üstelik bu tartışmalar Kobani kuşatması altında olunan şu günlerde daha yakıcı bir hal almaktadır.
Görünen o ki PKK’nin her başarısı Türk tarafındaki destekçileri tarafından olumlu olarak karşılanırken, mücadelede duraklama ya da pürüz anları olarak değerlendirilebilecek her anda yüksek bir krize neden olmaktadır. Eşyanın tabiatı gereğidir, ittifakın güçlenmesi Özgürlük Hareketinin alacağı galibiyetlere bağlandığından, her galibiyet ya da başarıda bütün müttefiklerin moral seviyesinin veya mücadele azminin daha yukarıları çıkması gayet normaldir. Aynı şekilde her başarısızlık veya yenilgi durumları da bütün müttefik güçlerde aynı oranda veya daha da yüksek seviyelerde moral bozukluğuna neden olmakta ve ittifakın derinliği her durumda sorgulanmaktadır. Bu durum; ittifak, program veya strateji tartışmaları ile ilgili olmamasına rağmen, mücadelenin çeşitli aşamalarının aslında taktiksel evreleri olarak dahi görülemeyecek her durumda karşımıza çıkmaktadır. İşte bu durum, bizlere teorik ve politik hazırlıksızlığı veya bunlardan beslenememiş olma durumunu ortaya çıkaran kanıtlarını vermektedir.
Stratejik ortaklık, taktiklere kurban edilemez. Yani mücadelenin şu veya bu evresi veya günlük mücadelelerde yaşanılan her sıkıntı PKK ile veya HDP (kısaca “Özgürlük Hareketi”) ile girilen ittifakın sorgulanmasını getirmez, getirmemelidir. Demokratlar veya devrimciler mücadele eden tarafları değerlendirirken kimin tarafında olduklarını net olarak belirlemelidirler.
İlk olarak ezenlerin ve haksızların tarafında yer almayız. Ezen ve haksız taraf Türk Devletidir, bu devletin ezilenleri ise başta PKK ve bütün sınıf ve tabakaları ile HDP’dir, kısaca Özgürlük Hareketidir. Strateji veya program hesaplarında bakılması gereken ezilen ve üstelik haklı tarafta yer almak bu nedenle her devrimcinin, her demokratın hele hele her marksistin görevidir.
İkinci olarak, yürütülen savaş farklı öznelere bakılmaksızın nesnel olarak sınıflar savaşıdır. Özgürlük hareketinin yürüttüğü bu mücadele sınıflardan bağımsız veya soyut milliyetçi bir mücadele olarak görülemez. Yaşadığımız dünyada hiçbir hareket tarih ve toplum üstü olamaz! Olaylara tarih ve toplum üstü-dışı bakmak için onmaz bir anti-marksist olmak gerekir. O yüzden bu mücadeleye “sınıfsal değil, ulusal bir mücadele” yaftasını yapıştıranlar ve bu harekete mesafeli duranlar en kabasından burjuva ideolojisini savunmuş olurlar. Bu bakımdan onların müttefikliği yaşanılan her krizde kendisini ele vermektedir. Bütün Türk burjuvazisi ve Türk işçi ve yoksulları ve hemen hemen orta sınıfların yarısı Türk Devletinin yanında saf tutmuşlardır. Bu sınıflar karşı devrimci bir pozisyondadırlar. Özgürlük Hareketi ise başta yoksul Kürt köylüleri ile Kürt işçilerinin yürüttüğü bir mücadeleye dayanmaktadır. Kendisini demokrat veya devrimci, sosyalist ve alevi olarak tanımlayan orta sınıfların bir bölümü bu savaşta Özgürlük Hareketi’nin ittifakını oluşturmaktadır.
Bütün işçiler veya köylüler bu savaşta bir taraftırlar. Kendisini demokratlıkla veya devrimcilikle tanımlamayan Türk işçiler, devlet veya burjuvazi karşısında ezilirken, Kürtler karşısında ezen konumdadırlar ve bizim görevimiz bu gericilikle uğraşmak ve bütün ezilenlerin demokratlarıyla birleşmektir. Henüz demokrat veya devrimci olmayan diğer ezilenleri aynı program veya strateji ile bir araya getirmek, asli görevimizdir. HDP bunun için bir mücadele aracı haline getirilmelidir. Bu ancak demokrat bir program ve tüzükle mümkündür.
Hali hazırda HDP diğer partiler karşısında EN DEMOKRAT olurken, henüz program ve tüzüğü TUTARLI DEMOKRAT olmaya yetmemektedir. Bu neden böyledir?
HDP bileşenleri (parti, hareket, örgüt, vb.) partinin demokrat bir program ve tüzüğü karşısında engeldirler. Bütün bileşenler, PKK dahil hiç kimse partinin tutarlı demokrat bir program veya tüzüğü olsun istememektedirler. Bütün bileşenler üst organları aracılığıyla partiyi kontrol etmek istemektedirler, işin gerçeği budur! Bütün bileşenler, diğer üyeleri eşit üye olarak görmek istememekte ve onları bağımsız olarak görmeye devam etmektedirler. Bu kavramı kullananlar şiddetle eleştirilmelidir! HDP’li olan her insan, bağımsız değil, HDP’lidir. Bir HDP’li, ancak devletler ve diğer partiler, kısaca siyasal oluşumlar karşısında bağımsız olabilir. Yani aynı parti üyesi, tüm üyelere ve organlara bağımlı olduğundan, bağımsız üye diye bir kavram işin gereği saçmalık olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu saçmalık ortada iken HDP’ye katılmak isteyen fakat onlardan uzak duran binlerce demokrat insan onlara katılmayacağından, parti hedeflerine asla ulaşamayacaktır. Bu bakımdan karşı devrimin ekmeğine yağ süren, bu yaklaşımları savunan bileşenler kendilerini devrimci sayarken, karşı devrime kapı aralamakta ve dışımızdaki demokrat ve devrimcilere kapılarını kapatmaktadırlar.
PKK veya Özgürlük Hareketi neden anti demokratik olmaktadır?
İlk olarak; bu durum onun suçu değildir, çünkü ittifak ettiği diğer güçlere (“Türk Solu”) belirli imtiyazlar veya yetkiler vermezse onlar dışarda kalırlar. Yani tüm diğer bileşenler güçsüz olduklarını bildiklerinden dolayı, partide eşit üyeler yerine eşit olmayan bir üyeliği tercih etmektedirler. Eşit üyelik olsa, bütün kongreler eşit üye ve delegelerle yapılsa o zaman pek çoğu hiçbir organa dahi seçilemez. O yüzden HDP’nin önemli ve tek gücü olan Kürt yoksulları ve Kürt işçileri, sırf diğer müttefiklerini küstürmemek ve onların ayrılma bahanelerini yok etmek için hak etmedikleri halde onlara ayrıcalık tanımakta ve bizzat Türk sosyalist veya devrimcilerini aday göstermekte, hatta milletvekili yapmaktadırlar. Onlar Türk sosyalist veya devrimcileri mızıkçılık yapmasın diye ellerinden geleni yapmaktadırlar. O yüzden bizler “Kürt” tarafının anti demokratik tutumlarını eleştirmiyoruz, sadece bunun nedenlerini ortaya koymaya, anlamaya çalışıyoruz. “Kürtler” bu konuda aslında oldukça demokratik bile görülebilirler. Çünkü parti içinde olan azınlık kesime bir nevi pozitif ayrımcılık yapılmaktadır. Yani Türk işçilerinin, devrimcilerinin ve sosyalistlerinin hiç bilmediği, bilse bile yapmadığı pozitif ayrımcılığı, Özgürlük Hareketi her durumda ve adımda büyük bir başarı ile yerine getirerek bölge ve dünyada en önemli bir örnek olmaktadır. Somut olarak bütün ezenler isterse de sosyalist, komünist, devrimci, anarşist, ekolojist, feminist, ve ilh olsunlar hiçbiri demokrat bir hareket yaratmaya yetenekli değildir ve olamamıştır da… Ama şimdi karşılarında somut olarak bir örnek durmakta ve bu hareketin her başarılı yapılanması örnek olarak alınmakta ve taklit edilmektedir.
İkinci olarak; Özgürlük Hareketinin dayandığı program veya strateji ulusal kimliklerin koalisyonu ile oluşmuş yeni bir ulus-devlet yaratmaya dayanmaktadır. Ulusal kimliklerin tanınması ve her birisinin bir özne olarak belirli bir toplumsal sözleşme (anayasa, ulus-devlet) ile biraraya getirilmesi fikri hiçbir zaman başarı kazanmaz tam tersine ulusal boğazlaşmalara sebep olmuştur. Balkan Birliği, Yugoslavya, SSCB bu dediğimizi kanıtlar. Belirli bir anda bir araya gelen bu topluluklar kendisini koşulların zorlamasıyla meydana gelen koalisyonlar biçiminde örgütlemiş, kalıcılığı olmamıştır.
Avrupa Birliği türünden yeni ulus-devlet biçimlerini herkes gibi onlar da “ulus-devlet”in aşılması veya yıpranması olarak görmektedirler. Bu yanılgı bütün Marksistlerin de ortak yanılgısı olduğundan ve bu tür düşünceler asıl olarak liberalizmden geldiğinden ve Özgürlük Hareketi de bu kavramları kullanmaktadır. Çağımızda ulus-devletler yara almamış, gerilememiş aksine güçlenmişlerdir. Yara alan ulusçuluk ise ulusu bir soyla, kanla, dille, dinle, vb. tanımlayan çifte kavrulmuş gerici ulusçuluktur. AB veya federal bütün ulus-devletler aslında gerici ulus-devletlerdir. Bu tür ulus-devletler de kendilerini bir soyla değil, bir kültürle veya tarihle ve-veya coğrafya ile tanımlayan gerici ulus-devletlerdir.
Çözüm; komünler (veya bunun yerini almak üzere en küçük mahalli birimler) üzerine yaslanan demokratik bir cumhuriyettir. Bu cumhuriyet kendisini yalnızca demokratik hak ve özgürlükler ile tanımlar, her hangi bir soy, kan, kültür, tarih, coğrafya vs ile değil…  Demokratik bir cumhuriyette, bütün aidiyetler (topluluklar) kendisinin siyasal birim olarak tanınması yerine (ki bu durum “ilkel-gerici milliyetçilik”tir) ulusun hiçbir topluluğu (kimliği) siyasal birim olarak tanımaması, aksine kendisini, ulusu; soyla, dinle, tarihle, kültürle, coğrafyayla tanımlayan gerici milliyetçiliğe karşı tanımlaması gerekir. HDP demokratik bir ulusun temellerini atma hedefiyle başarılı olabilir. Demokratik bir ulus ise en küçük mahaldeki iktidar organı demek olan komünlere, köyler veya mahallelerde oluşan meclislere dayanan ve bütün kamu görevlilerinin en küçük birimden ulus temsilcilerine kadar seçimle göreve getirilmesine dayanır. Bu kamu görevlilerinin istenildiği an geri alınması ve ücretlerinin ortalama işçi ücretlerini aşmayacak bir ücretle belirlenmesi demektir.
Bu ulusun vatandaşı olmak için dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hiçbir insana zorlama yapılmaz. Dileyen her insan, ulusu oluşturan bir topluluğa (isterse köy meclisi veya mahalle meclisi) üye olabilir. İşte bu insan, o zaman bir demokrat olur veya büyük harflerle İNSAN haline gelir. Demokratik bir ulus-devlet de böyle bir anayasa ile bir araya gelen DEMOKRATİK İNSAN TOPLULUĞU esas alınarak kurulabilir veya oluşturulabilir. Böyle bir ulusta isteyen istediği dilde eğitim görür, devlet veya ulus Türklükle, Kürtlükle, vs. tanımlanmaz. Kürtlük ya da Türklük, Alevilik veya Yahudilik gibi bir siyasal olmayan inanç veya kültür haline gelir. Bunların hiç birisinin SİYASAL ANLAMI olmaz. Türklük veya Ermenilik siyasal anlamını kaybederek, spor takımları taraftarı olmak gibi veya satranç severler klubü gibi bir anlam kazanır. Böyle bir programı hayata geçirmek için yaşadığımız topraklarda her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti’nin Türklükle tanımlanmasına karşı olmak gerekli ve zorunludur. Bu görev yerine getirilmeden diğer ezilen ulus veya dinlerin, inançların kendilerini siyasal birim olarak  görmesi devam edecektir.
HDP böyle bir program veya stratejiyle dünyanın tüm ezilenlerini toplayabilir ve İNSANLIK için çok güçlü bir SEÇENEK oluşturabilir. Yaşadığımız coğrafya olan Ortadoğu’da böylesi bir seçenek; önümüzde yaşanacak olan kıyımların, katliamların ve yaşanılan acıların biricik seçeneğidir.

20 Kasım 2014 Perşembe

SYKP 8. MYK TOPLANTISI ÜZERİNE NOTLAR



Partimizin 8. MYK toplantısı yapıldı ve politik gündem bahsinde geçenler oldukça önemlidir.
“Kürt hareketinin boş bıraktığı bir alan vardır. Gezi dinamiği üzerinden yürümek bize düşmektedir. Kürt hareketinin öncelikleri politik alanı daraltıyorsa da her iki blokta da çalışmak değerlidir.”
Yukarıya aktardığım belirleme üzerine tartışmak gerekmektedir. Ve aşağı aktardığım belirlemeler de bu konu ile alakalı olduğundan bu görevleri kendi payıma nasıl yerine getirmemiz gerektiği tartışma konusu edilmelidir. Ve bu bakımdan kendi değerlendirmemi kısa da olsa vermek durumundayım.
“Kürt Hareketinin enerjisinin ne kadarını kendi iç birliğine ne kadarını ise Türkiyelileşmeye ayıracağı önümüzde bir sorun olarak duruyor. Bu konuya ilgiyi canlı tutmak gerekiyor. Total bir muhalefet stratejisi izlemek, milliyetçiliği geriletmek ve halklar arası ayrışmanın buluşmaya dönüşmesinin imkânlarını aramak ve geliştirmek gerekmektedir.”
Bu değerlendirmenin amacı yukarıya aktardığım bize verdiği görevle alakalıdır yani ilgiyi canlı tutmak, imkan aramak ve geliştirmek…
Kararlarda ikinci bahis ise genel olarak Alevi meselesi üzerinedir.
“AKP, Alevi sorununa yeniden dönmüştür. İzlediği yol Alevi derneklerini bölerek Diyanet İşleri Başkanlığına bağlamaya çalışarak burada kendisine alan bir açmaya çalışmaktadır.”
KÜRT SORUNU MU TÜRK SORUNU MU?
Sosyalistler veya devrimciler şimdiye dek ulusal sorunları olanları hep geri hareketler olarak değerlendirmiştir. Bunu yapmadığı zamanlar ise en iyisinden onları himaye eden tavırlar göstermektedir. Aslında her iki durumda da ezilen ulusların mücadelesi hep geri bir mücadele olarak görülmektedir. Bu belirleme aslında ikinci enternasyonalin yaklaşımı olduğundan dolayı Bolşevikler veya 3. Enternasyonal önderliği tarafından eleştirilmiş ve gerici olduğu tespit edilerek teşhir edilmiştir. Ama görülen o dur ki bu anlayış hala sosyalist ve devrimcilerin içlerinden atamadığı bir çeşit beyazlıktır.
Bu beyazlara göre sorunun adı “Kürt Sorunu”dur, “Türk Sorunu”, “Alman Sorunu” veya “Fransız Sorunu” üzerine nedense hiç kafa patlatılmaz varsa yoksa ezilen veya bir türlü devlet olamamış ulusların çıkardığı sorunlar üzerinden tanımlar yapılmakta ve belirlemeler veya programlar da bu bakımdan hep beyaz kalmaktadır.
Aslında sorunu böyle koyarsanız bir milliyetçi üstelik çifte kavrulmuş (gerici) bir milliyetçi olursunuz.
Çünkü ulusları veya devletleri bir soya (kan, ırk, etni, vs.) dayandırmış olduğunuz için gerici bir milliyetçi olmuşsunuz demektir. Bir Türk sosyalistine göre “Türk Sorunu” yoktur, çünkü Türkler ulus-devlet olmuşlardır, sorun çözülmüştür.
İşte tartışılması gereken sorun buradadır, neden ulus tanımlarımız gericidir?
Bu sorun tartışılmalıdır, tartışılmadığı durumlarda ise içinden çıkılması zor durumlar (örneğin yukarıdaki MYK tespitleri) yaşamaya devam ederiz.
“Kürt hareketinin boş bıraktığı bir alan vardır. Gezi dinamiği…”
Öncelikle şunu tespit edelim, “Kürt hareketi” ile kimler kastediliyor? Böyle bir tespit ne kadar anlamlı ve mantıklı?
Mantıksız olduğunu tersinden örnekleyelim;
“Türk hareketinin boş bıraktığı bir alan vardır.” Neden böyle bir cümle kurmuyoruz? Böylesi cümleleri ancak bir ırkçı veya faşist kurar da ondan, değil mi? Peki böylesi cümleleri neden kürtler söz konusu olduğunda neden, sorun etmiyoruz?
İkinci olarak “Kürt hareketi” diye bir hareket yoktur, yani olgular düzeyinde bile yoktur. Siz PKK’liye “Kürt hareketi” diye konuşmaya başladığınızda, sözünüzü keser “hayır, Özgürlük Hareketi” diyerek sizi düzeltme yoluna gider. Ama “Kürt hareketi” kavramını kullanan Kürtler (bireyler, partiler, dernekler, vb.) vardır. Ama MYK toplantısında sözü edilenler herhalde bunlar değildir, MYK direkt olarak PKK’yi kastetmektedir. Yani PKK’yi bir Kürt hareketi olarak görmektedir.
a. PKK de aslında bir kürt hareketidir ama diğerlerinden demokratik olması nedeniyle farklıdır. PKK şu an biricik demokratik kürt hareketi olmaktadır. Diğer kürt hareketleri PKK karşısında gerici milliyetçiler olmaktadırlar. Çünkü onlar soya, kana, dile, vs. dayanan bir ulusçuluğu savunmaktadırlar. PKK ise bu tür milliyetçilikleri ilkel olarak görmekte ve ulus-devlet modelini aşma iradesi göstermektedir. Bu konuda ne kadar ileri gittiği tartışmalıdır ama görünen odur ki bırakın diğer Kürt Milliyetçilerini, sosyalist veya Marksist etiketli tüm partilerden daha ileri düzeyde bir yol arayışında olduğu söylenmelidir.
b. boş bırakılan alana bakınız, bu alanlar burjuva gericiliği tarafından doldurulmuştur. Gezinin bakiyesi somut olarak CHP veya kısmen Dev-Yol gibi reformistlere kalmıştır.
Çünkü gündem şu an Kobani ve Rojava olmalıdır. Nitekim ortadoğu’da savaş rüzgarları üzerine isabetli belirlemeler yapan partimiz MYK’sı bu savaşa hazırlanma yoluna gitme kararlılığını da gösterecektir. O yüzden gezi dinamiği üzerinden gitmek geçmiş günlerde anlamlı olabilirdi ama şimdi hiçbir anlam taşımamaktadır. Forumlar artık ölmüştür çünkü Türkleşmiştir. İçlerindeki devrimci dinamikler (“Alevi” ve “Kürt” sıfatlı işçiler) bu bakiye içinde yokturlar. Yapılması gereken şey bu dinamikleri kendi yerlerinde bulmaktır, gezi’de değil… o yüzden partimiz MYK’sı amaç olarak bu kesimleri örgütlemek istemektedir haklı olarak ama bu kesimler artık gezi’de olmadığından bu belirleme boşa düşmektedir.  “Alevi” ve “Kürt” sıfatlı işçileri kazanmak için programatik bir hazırlık olmalıdır ama bu yoksa hiç olmazsa talepler biçiminde formüle edilmelidir.
“…her iki blokta da çalışmak değerlidir.” Denilmektedir. (şu “çalışmak” sözü üzerinde ayrıca durulması gerekir çünkü sanki sorun çalışma veya emek sorunu imiş gibi konulmaktadır. Yani partide tembel ve ne yapacağını bilmeyen kadrolar varmışçasına yarı buyurgan dillerden uzak durmak gereklidir, diye düşünmekteyim.) İki blok şeklinde bir tespit önemlidir. İki bloku MYK tespit ediyor bu önemli… İlk blok “Kürt Hareketi” idi ve fakat bu kavram yanlış olmaktadır. İkinci blok ise Gezi Dinamiği…
Sorunu veya blokları bile böyle koymak ne kadar doğrudur? Birinci blok diyelim ki “Kürt” olsun, niye diğeri “Türk” olmuyor da “Gezi” gibi herhangi bir soya, kana, vs. dayanmayan bir kavram oluyor? Gezinin bakiyesi aslında “Türk” olmaktadır ama bu Türkler, kendilerini başka sıfatlarla anarken ve partimiz de onları kendi kavramları üzerinden isimlendirirken bu tutum neden PKK olduğunda değişmektedir?
c. Bizim kullanmamız gereken kavramlar bilimsel olmalıdır, yani bir olgu veya hareket, o hareketin öznelerinin kendilerini değerlendirirken kullandığı kavramlar üzerinden değil, tamamen bilimsel kavramlar üzerinden olmalıdır.
Örneğin, “ben milliyetçi değil, marksistim” diyen biri ile “ben kürt değil, özgürlük hareketiyim” diyen birisi arasında hiçbir fark olmayabilir de… yani milliyetçi olmadığını söyleyen bir Marksist aslında gerici bir milliyetçi de olabilir ve aynı şekilde özgürlük hareketi yanlısı bir kişi pekala da gerici bir milliyetçi olabilir. Bizler bu özneleri değerlendirirken öznelerin kendilerini değerlendirdiği kavramlar üzerinden tanımlayamayız. Her olgu veya her hareket tarihsel gerçekliği üzerinden somut olarak değerlendirilmelidir.
Şu an gerici ceberrut devlet olan TC. bütün aygıt ve aparatlarıyla yıkılmalıdır ve her kim bunu yıkmada bize yardımcı oluyorsa o müttefikimizdir. PKK de bu bakımdan en çok öne çıkan müttefik olmaktadır. PKK şimdiden bir Türk-Kürt devletine razı gibi görünmektedir. Ve bir ihtimal Türk devleti de bu yola girebilir. Bu durumun gerçekleşmesi süreci dahi en azından bir ulusun gericiliğini tartışma konusu yapmaya yeter. Sırf bu bakımdan dahi Türk devletinden daha demokratik sonuçlara veya mücadele olanaklarına yer açabilir. Yani bir ulusun neden türklükle tanımlandığı sorgulanmaya başlar ve bu sorgulama belki de nitelik olarak yepyeni ufukların açılmasına sebep olabilir. Örneğin “neden Türk Kürt oluyor, neden Ortadoğu Cumhuriyetler Birliği olmuyor” şeklinde sorular sorulmaya başlanır.
“Validebağ” Gezi’nin Bakiyesidir ve bu tür yerlerde mutlaka olmak gerekmiyor. Elbette enerjisi yeterli olan yoldaşlarımız buraları tercih edebilir ama bence parti bütün enerjiyi darbenin en şiddetli cephesine yığmalıdır. Devrimci bir parti böyle yapar, yani bütün kuvvetler mücadelenin tayin edici noktasına yığılmalıdır. Şu an Ortadoğu veya Üçüncü dünya savaşı hazırlığı yapılırken, özellikle taktiklere azami dikkat edilmelidir. Bütün ezilenleri en başta işçileri bu savaşa hazırlamak gereklidir.
Gezinin bakiyesi ise türkleştirilmesi karşısında demokratikleştirilmesi, laikleştirilmesi gerekmektedir. Bu ise tam olarak bir program sorunu olmaktadır. Ceberrut devletin asker ve polisinin, Osmanlı artığı vali ve kaymakamlığın kaldırılması ve tasfiyesi “Validebağ” gibi Gezi Bakiyesi önüne bir görev olarak getirilmelidir. Bu görev başarıldığı an, “Türk ve Kürt blokları” arasında kalıcı bir ittifak sağlanabilir.
“Kürt Hareketinin enerjisinin ne kadarını kendi iç birliğine ne kadarını ise Türkiyelileşmeye ayıracağı önümüzde bir sorun olarak duruyor….”
O halde yukarıdaki belirleme tümden yanlış olmaktadır. Yani “Türkiyelileşme” stratejisi PKK’nin ve özellikle de Öcalan’ın savunduğu bir stratejidir. Bu stratejiyi başka da hiç kimse savunmamaktadır. O halde şu iç birlik ne anlama gelmektedir? İç birlik stratejisi ile Türkiyelileşme stratejisi iki farklı strateji midir? Bugüne değin bu anlamda bir değerlendirme yapılmamıştır ve bu ilk defa bu MYK’da ele alınmıştır. Ben iki farklı strateji olduğunu bilmiyorum ve tam tersine tek bir strateji olduğunu sanıyorum. İki farklı kürt stratejisi şeklinde bir yoruma da açığım ama bu farklı stratejiler farklı özneler tarafından ele alınıp, savunulmaktadır. Yani PKK bir iç birlik stratejisi değil, Türkiyelileşme stratejisini savunmaktadır. Bu hareket aynı zamanda bir iç birliği de gerçekleştirmek istemektedir ama yine aynı strateji altında bunu yapmaktadır. Yani iç birlik şimdilik bu stratejiyi gerçekleştirmek için tüm diğerlerine önerilmektedir. Strateji demokratik cumhuriyet olarak özetlenmektedir. Ve aynı zamanda bir konfederasyon önerilmektedir. Her ikisi farklı stratejiler değildir. Kürtler farklı siyasal birimlerde ulus-devlet içinde özerk bir yapılanmayı hedeflemektedirler, bu stratejiye göre… ama bu farklı ulus-devletler içindeki özerk yapılanmalar kendi içlerinde aynı zamanda siyasal bir devlet anlamına gelmeyen bir konfederasyona da sahip olabilirler. Ve somut olarak PKK bir Ulusal Kürt Konferansı üzerine çağrılar yapmakta ve fakat bu gerçekleştirilmemektedir. Tek engel ulusun kürtlükle tanımlanmasında ısrar eden gerici ulusçular olmaktadır. (Somut olarak ifade edelim; Barzani yani KDP şimdilik gerici kürt ulusçularının başını çekmektedir.)
PKK veya HDP içinde Barzani veya KDP görüşleri büyük bir sempati görmektedir. Bunların sesi Öcalan karşısında güçlü olarak çıkmıyor ama bu kesim ideolojik olarak oldukça güçlüdür. MYK bu kesimleri de kastetmiyor. Eğer öyle olsaydı bu tespit doğru olabilirdi ama SYKP ne KDP ne de HAK-PAR gibi gericilerle ittifak etmemektedir. Yani somut bir olgu olarak bahsedilen olgu gerçekte hiç yoktur. Bu gerici Kürt partileri ise Türkiyelileşme gibi bir stratejiyi asla savunmazlar onlar, bağımsız bir Kürt devletini savunmaktadırlar. Onlara göre bir Kürt Sorunu vardır ve çözülmelidir ve bu sorun da en nihayetinde bağımsız bir Kürt devleti olmaktadır. Ama PKK’ye göre de bir Kürt Sorunu vardır ama bu sorun Türklerle birlikte çözülmelidir veya diğer ulusal topluluklarla… çözüm ise Avrupa Birliği gibi birleşik özerk federasyonlardır. Yani her iki strateji arasında önemli bir farklılık vardır ve bizim görevimiz bu farklılıkları bilinç düzeyine çıkarmak ve gerçeklerin açığa çıkarılarak gerici milliyetçiliğin yenilgisi demek olan Türk Devleti’nin türklüğünü sorgulamak olmalıdır. Her şeyden önce kavram silahlarını doğru seçmek gerekiyor, sorunun adı bizler için TÜRK SORUNU olmalıdır.
Dikkat edilsin, Türk Sorunu denirken, Türklerin sorunlarından değil, ulus-devletin (TC) neden türklükle tanımlanıyor olmasıdır, sorun… Bizler bu sorunu tartışmaya başladığımız an Kürtler de bizi takip edecektir.  Türk Sorunu olduğu için Kürt Sorunu veya Ermeni sorunu vardır. Türk Sorunu tartışılmadığı için Kürt sorunu tartışılmaktadır. Türk Sorunu tartışılmadığı için Kürt Sorunu da çözümsüz kalmaktadır. Veya devreye başka emperyalist güçlerin önerdiği çözümlere boyun bükeriz. Diğer emperyalist güçler ise Kürt sorununa kendi meşrebince çözüme kavuşturur ve önümüzdeki yakın tarih bu süreci yakınlaştırmaktadır. Eğer Türkler, bir Türk-Kürt devletine razı olmazlarsa, bağımsız bir Kürt Devleti kapımızdadır. Elbette bizler buna karşı olmayız ama kaçan fırsatları düşünelim. Neden komünler üzerine yaslanan Demokratik Ortadoğu Cumhuriyeti gibi bir seçeneği önümüze koymayalım? Bu seçeneği güçlü kılabiliriz ama her şeyden önce şu ceberrut Babil artığı TC’nin türklükle tanımladığı deli gömleğini üzerimizden çıkarmakla işe başlayabiliriz. Bu görevden bir an bile sapmak bizleri gerici cehennemlerde yaşamaya veya ölmeye razı etmeye yaramaktadır.
Kürt hareketinin enerjisini nereye aktaracağı bizim öncelikli sorunumuz değildir. Her şeyden biz Türk değiliz, sosyalistiz. Sosyalistler her şeyden önce kendi devletlerinin türklüğünü sorun etmelidirler.
PKK hareketi “Türkiyelileşmek” gibi bir strateji savunuyor ve bütün sosyalistlerden yüz misli demokratik bir adım atıyor ama bütün sosyalistler, biz milliyetçi değiliz, sosyalistiz, marksistiz ve enternasyonalistiz diyerek demokratik görevlerinden kaçıyor. PKK tüm taktiklerini ve tüm enerjisini bu strateji üzerine yığarken, tüm Marksistler neden “Ortadoğululaşmak” gibi bir strateji savunmaz? Neden bütün enerjisini ve taktiklerini bu strateji üzerine kurmaz? Bu durumda bütün Türk Marksistlerini aslında gerici milliyetçiler olarak görmek gerekmez mi? Öyle ya bizler bir özneyi kendi değerlendirmesi üzerinden değil, yaptığı işler veya program düzeyinde olan stratejiler ve-veya taktikler üzerinden niye değerlendirmiyoruz? Eğer biz Marksist isek kendimizi de kendimiz hakkında söylediğimiz şeyler üzerinden değil, bilimsel bir gözlem üzerinden değerlendirmeliyiz. Amaçlarımız bizi belirlemez bu ideolojik-metafizik bir yaklaşımdır. Yani bizler komünistiz ve komünist bir toplumu savunuruz derken kendimizi bilimsel olarak tarif etmiş olmayız.
“Total bir muhalefet stratejisi izlemek, milliyetçiliği geriletmek ve halklar arası ayrışmanın buluşmaya dönüşmesinin imkânlarını aramak ve geliştirmek gerekmektedir.” Şeklindeki amacı gerçekleştirmek için ulus veya ulusçuluğu bilimsel olarak tartışmamız gerekiyor. Bu konular tartışılmadan veya bilinmeden herkes farkında olmaksızın ulusçu olur, ama kendilerini ulusçu olarak görmeme hali devam eder. Özcesi çözümün parçası olmak isteyenler, farkında olmaksızın sorunun parçası haline gelmişlerdir. Bu durum aslında ilk elde çözülmesi gereken sorundur. Milliyetçiliği geriletmek gerekir ama ya milliyetçiliğin ne olduğu bilinmezse?
Bana göre milliyetçiliği geriletmek doğru bir strateji değildir, çünkü Marksistler de dahil herkes milliyetçidir. Bizler demokratik bir milleti veya ulusu asgari bir program anlayışının gereği olarak savunuruz. Yani stratejimiz gerici milliyetçiliği geriletmek veya yenilgiye uğratmak olmalıdır! Asgari veya demokratik görevler ACİL görevler olarak önümüzde dururken, AZAMİ amaçları ACİL bir strateji olarak veya acil taktik olarak önümüze koymak demokratik devrimci bir programı ertelemekten gayrı bir anlama gelmez. Her zaman üzerine basa basa söylüyoruz; “Program, bir ilkeler deklarasyonu veya prensipler manzumesi değildir” (K.Marks) ama MYK milliyetçiliğe karşı olmak gerekir türünden bir ilkeyi program düzeyinde öne çıkararak önemli bir hata işlemekte ve tüm üyeleri farkında olmaksızın somut görevlerden uzaklaştırmaktadır. “Total bir mahalefet stratejisi izlemek” isterken doğru kavramlara başvuran MYK’mız ne yazık ki bu muhalefetin ilkelerle güçlenmeyeceğini de bilmek durumundadır.
“AKP, Alevi sorununa yeniden dönmüştür. İzlediği yol Alevi derneklerini bölerek Diyanet İşleri Başkanlığına bağlamaya çalışarak burada kendisine alan bir açmaya çalışmaktadır.”
Total bir muhalefet için bütün dinamikler tek bir stratejide birleştirilmelidir. Demokratik-Sosyal Bir Cumhuriyet… Bizim program anlayışımızın esasıdır. Hali hazırda iki güçlü dinamik (sosyal hareket) vardır: Demokratik Alevi Hareketi ve Demokratik Kürt (PKK) Hareketi… Bu iki hareketin yanına (ezilen cinsel hareketler ile Ekoloji ve diğer sosyal hareketleri koyduğumuzda tablo tamamlanır.
Demokratik Alevi Hareketinin iki temel talebi vardır: Eşit Yurttaşlık ve Diyanet Kaldırılsın…
Diyanetin (ya da “devletin”) alevilere yer vermesi veya Aleviliği bir inanç olarak kabul etmesi ve-veya cemevlerini ibadet merkezi olarak kabul etmesi talebi ise demokratik değil, gerici reformist-burjuva bir taleptir. Tıpkı Türk-Kürt devleti gibi Sünni-Alevi Diyaneti de gerici bir talep olmaktadır. Ama her iki dinamiğin talebi de şu andaki mevcut gericilik karşısında haklı ve meşrudur. Şu farkla ki eğer eşit yurttaşlık ve diyanetin kaldırılması gibi talepler olmasaydı o zaman diyanetin alevileri tanıması bir miktar da olsa tartışma konusu edileceğinden ve mevcut egemenliğin, egemenliğini tartışma konusu yapacağından ve bu tartışmanın mücadeleler sonucu ile tayin edileceğinden dolayı bizler ezilenlerin yanında yer alacaktık, her zaman olduğu gibi… bereket her iki dinamik içinden demokratik bir formülasyon eksik olmamaktadır. Yani kürtlerin demokrat olanları bir Türk-Kürt devleti yerine demokratik bir cumhuriyeti tartışma konusu yapabilmektedirler ve komünler üzerine yaslanan demokratik bir cumhuriyet (Paris Komünü veya Sovyetler Birliği) Marksistlerin de programı olduğundan dolayı bizler için müthiş olanaklar sunmaktadır. Yani ezilen dinamik hareketler el yordamıyla Marksist çözümler sunabilmekte iken demokratik olmayan taleplere savrulmaya ve bu gerici talepleri savunmaya gerek yoktur.
Şimdi AKP Dersim ile Demokratik Alevi Hareketini düzen içine çekmek istemektedir. Buna karşı bizim yapmamız gereken şu talepleri seslendirmek olmalıdır: Diyanet kaldırılsın, devlet hiçbir dini veya mezhebi tanımasın! Hiçbir din veya mezhebe ayrıcalık yok; imam hatipler kapatılsın, bütün din görevlileri o dine inana n cemaatler tarafından seçilsin ve bütün giderleri o cemaat karşılasın! Zorunlu din dersleri kaldırılsın; din dersi okutulacaksa bu bütün dinlerden kurulu bir heyet tarafından hazırlanan ve istisnasız herkesin hem fikir olduğu,  hiç kimsenin itiraz edemeyeceği din üzerine ortak metinler olsun gibi talepler olmalıdır.
Bizler asıl veya temel olarak işçi sınıfına dayanan bir hareket olmalıyız ama hali hazırdaki işçi sınıfı diğer hareketleri kapsamaktan uzaktır çünkü birleştirici bir programı yoktur. Var olan programlar ise eklektiktir şöyle ki bir devlet veya ulusun demokratik olabilmesi için hiçbir soya (Türk, Kürt) veya dine (islam) dayanmaması gerekir. Yani ulusun tanımından etniyi ve dini çıkarmak gerekir. Ulusu bunlarla tanımlayanlara karşı yurttaşlıkla veya insanlıkla tanımlamak gerekir. Şimdiye dek ayrıcalıklı kesimleri (Türk, erkek, sunni islam) savunan ulus-devlet baştan aşağı yıkılmalıdır, yerine hiçbir ayrıcalık tanımayan ve üstelik hiçbir dini (Alevilik dahil) tanımayan laik bir cumhuriyet savunusu yapıldığında total bir demokratik muhalefet yaratılabilir.
Politikada (stratejide) hiçbir şey kaybedilmeden kazanılamaz. Bizler demokratik olan güçleri biraraya getirerek demokratik olmayan muhalefeti kaybetmeyi göze almalıyız. Yani PKK ile ittifak ederek diğer gerici Kürt muhalefetini kaybetmeyi göze almalıyız. Erkekleri kaybetmeyi göze alamazsak kadınları ve diğer ezilen cinsleri kazanamayız. Aynı şekilde ayrıcalıklı Sünnileri (ve bir kısım alevileri) kaybetmeyi göze alamazsak demokratik alevileri kazanamayız.
Ve her şeyden önce ayrıcalıklı devlet sınıflarının yürütme komitesi olan şu devletten kurtulmak ve gerçekten demokratik, gerçekten laik ve gerçekten sosyal bir cumhuriyet için ayrıcalıklı olanların şimdiye dek ezdiği azınlıklara pozitif ayrımcılık bizim sosyal cumhuriyet anlayışımızın temeli olmaya devam ediyor.