5 Şubat 2015 Perşembe

Emin Karaca'nın Rasih Nuri İleri İle Yaptığı Röportaj


Emin Karaca’nın Şubat 1996’da kaleme aldığı, “Eski Tüfekler’in Sonbaharı” adlı kitapta, Rasih Nuri İleri ile yapılmış röportaj, aşağıda olduğu gibi dijitalize edilmiştir. Emin Karaca’nın nefis nlatımı ile emeğine hayran olmamak mümkün değil. (Kitaptaki dizgi hataları olduğu gibi bırakılmıştır.) Ali Ekber Güler 05.02.2014
“ESKİ TÜFEKLER”İN EN ÇOK KİTABA SAHİP OLAN ARŞİVCİSİ RASİH NURİ İLERİ
TROÇKİ’NİN SÖYLEDİKLERİNİ BİR KEZ DAHA İNCELEMEK İSTİYOR
RASİH NURİ İLERİ KİMDİR?
1920’de Cenevre’de doğdu. Babası Suphi Nuri Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın özel temsilcisi olarak orada bulunuyordu. 1921’de Türkiye’ye döndü. Öğrenimini Galatasaray, Haydarpaşa Liselerinde ve Fen Fakültesinde yaptı. İlk yazıları 1933’de Servet-i Fünun dergisinde yayınlandı. 1939’da İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci iken militanlığa başladığı Türkiye Komünist Partisi’ne, 1942’de Ferit Kalmuk tarafından kaydedildi.
1946’da Doktor Şefik Hüsnü’nün kurduğu Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin yan kuruluşu sendikalarda çalıştı. Adana Sendikalar Birliği’ni kurdu. 1948’de Yedek Subay okulundan Çavuş çıkarıldı.
1962’de Türkiye İşçi Partisi’ne kayıt oldu. Birinci Kongrede Merkez Komite üyeliğine seçildi. Aralık 1967’de13’lerle birlikte TİP’ten ihraç edildi. Ocak 1968’de Milli Demokratik Devrim Derneği kurucusu ve Genel Sekreter Yardımcısı oldu. Mart 1970’de kurulan İstanbul İşçi Birliği’nin Genel Başkanlığına getirildi. 12 Mart 1971 Darbesinden sonra 1973’de ikinci TİP’e kaydoldu.
Haziran 1990’da Türkiye Birleşik Komünist Partisi kurucusu, Kontrol Komitesi Başkanı ve Merkez Komitesi üyesi oldu. Ocak 1992’de Mehmet Bozışık ve Şabap Bakırsan’la birlikte Genel Merkezin sağ sapması üzerine TBKP’den istifa etti.
Aynı yıl Sosyalist Birlik Partisi’ne girdi. Büyük kongrede Merkez Komite Üyeliğine seçildi.
Halen Birleşik Sosyalist Parti kurucusu ve Merkez Komite üyesi.
Rasih Nuri İleri’nin Marksist-Leninist klasiklerden çevirilerinin yanında Kurtuluş, Mihri Belli Olayı (3 Cilt) Türkiye İşçi Partisi’nde Oportünist Merkeziyetçilik, Atatürk ve Komünizm vb. gibi kitapları bulunuyor.
Tünel’den çıkınca, Beyoğlu’na yürüyecekmiş gibi cadde-i kebir’e yönelin. Vazgeçip hemen ilk sokaktan sağa inin. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’ni cağınızda bırakıp inin yokuşu aşağıya doğru. Alman Lisesi’ni geçin. Sokak bittiğinde tekrar sağa dönün, yürüyün. Otoparkımsı açıklığı geçince solunuzda kocaman bir cümle kapısı göreceksiniz. Meşrutiyet devri apartmanlardan birinin geniş avlusunu göreceksiniz. “Muhsin Bey” filmini görmüşseniz eminim ki bu avluyu anımsayacaksınız.
Sağdaki blokun geniş kapısından girip geniş bir holden yürüyüp, gepgeniş merdivenlere yönelin. İkinci katta asansörün karşısındaki dairenin zilini çalarsanız, Rasih Nuri İleri açacaktır size kapıyı…
Elinde Fransızca bir kitapla karşılıyor beni. Salona geçiyoruz. Duvarlar yerden tavana kadar tekmil kitap ciltleriyle kaplı. Salonun içinden geçilen bitişik odaların duvarları da öyle. Kitap raflarının üstlerindeki, yanlarındaki boşluklarda aile yakınlarının, devrimci mücadele kadrolarından önde gelen isimlerin, kültür-sanat adamlarının çerçeveli resimleri…
Karşısındaki koltuğa oturuyorum. Ropörtaja geçmeden önce sohbete başlıyoruz. Zaman zaman evine gidip geldiğimde merak ettiğim şeyi soruyorum bu arada Rasih Nuri “kuzum” diye hitap ediyor karşısındakine.
- Ne kadar kitabınız var? diye soruyorum.
- 20 yıl kadar önce bir sayım yapmıştım. O zaman 27 bin çıkmıştı. Şimdi ne kadar olduğunu tahmin edemiyorum, diyor.
Rasih Nuri aynı zamanda titiz bir arşivci. Bir 40 yıl, 50 yıl hatta daha da gerilerden bir kitap, dergi, broşür, beyanname mi arıyorsunuz? İlk akla gelen Rasih Nuri Bey’in arşividir. Aziz Nesin’in ölümünden sonra, güldürü yazarlığının başlangıcı “Marko Paşa” dergisi gerekli olmuş solcu bir haftalık dergiye, günlük bir gazeteye… Hemen Rasih Nuri’ye koşmuşlar “Marko Paşa”nın resimlerini çekmişler, sayfalarından fotokopiler almışlar.
“MARXİZME GELİŞİM ÇOK DEĞİŞİK OLDU…”
Hemen konumuza “Eski Tüfekliğe” dönüyoruz. Rasih Nuri’nin Marxist düşünceyle tanışması, işçilerinkinden de aydınlarınkinden de çok farklı bir yol izlemiş.
Önce oradan başlıyor:
-Genel olarak solla özel olarak Marxist-Leninist düşünceyle tanışmam bende değişik bir şekilde oldu. Biliyorsunuz aydınların bu sürece katılımın tarihsel bir gelişimi vardır. İşçilerinki ise değişik bir katılımdır. Benimkisi ne normal aydınların, ne de işçilerin katılımıyla bağlantılıdır. Benimkinin değişikliği aile muhitinden gelmektedir. Ben sol bir ailede büyüdüm. Babam Osmanlı devrindeki İştirakçi Hilmi’nin Sosyalist Partisi’nde bulunmuş, İştirakçiden sonra partinin sekreterliğini yapmış. Şefik Hüsnü’nün İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nda bulunmuş. Fakat Şefik Hüsnü önderliğindeki TKP 1925’de illegale geçtiği vakit, illegalin Türkiye şartlarına uygun olmadığını görmüş, hatta kendi ifadesine göre bu konuda Komüntern’e bir rapor yazmış. Arşivler açıldığında o rapor ortaya çıkar. Yani babam illegale katılmamış. Nihayet basında da, üniversite profesörlüğünde de, sol tarafı olan bir kişi olarak yaşamış ve ölmüştür. Ben böyle bir kişinin oğlu olmakla birlikte, dayılarım Abidin Dino, Arif Dino da solcu kişilerdi. Nasıl ki bir Müslüman ailede insan Müslüman olur, ben de sosyalist bir ailede sosyalist oldum. Bu benim kişisel bir meziyetim değil. Aile kaderi diyeceğim geliyor. nasıl ki Galatasaray Lisesi’ndeyken en yakın arkadaşım Velid Ebüzziya’nın oğlu Selim Ebüzziya doğrudan doğruya babası gibi, gerici demiyeceğim ama, muhafazakar biri idiyse –kendisiyle saatlerce tartışır, atışırdık- ben de solcuydum.
-Babanızın temsil ettiği solculuk, daha ziyade “Atatürkçülüğe, Kemalizme” çok yakındı. Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Sorumu Rasih Nuri Bey şöyle yanıtlıyor:
-Bugünkü gençlik o dönemin solculuğunu tam anlamıyor. Solculuğa ve Atatürkçülüğe derinlemesine bakarsak, Sovyetler Birliği’nin de Türkiye Komünist Partisi’nin de Atatürkçü olduğunu görürüz. TKP’nin pek çok metinlerinde “Burjuva Kemal” gibi genel olarak burjuvazinin aleyhinde sözler geçtiği halde Parti, tümüyle Kemalizmin aleyhinde değildi. Türkiye Sovyetler Birliği’nin dostu olan devletti. Bu da şüphesiz Türkiye Komünist Partisi’nin davranışlarının üzerinde bir etki yapıyordu. Enternasyonal düzenin de etkisi vardı. Bu bakımdan Türkiye Komünist Partisi’nin de bir özelliği bulunuyordu. Bir taraftan sosyal mücadelesini Kemalizme karşı yaparken, öte yandan da eksik bulmakla birlikte Kemalizmin devrimlerini savunan bir partiydi.
16 YAŞINDAYKEN “DÜNYAYI SARSAN ON GÜN”Ü ÇEVİRMİŞ…
Rasih Nuri aile çevresinde tanıştığı Marxçı düşünce doğrultusunda davranmaya çalışırken, o yılların sosyalistleri arasındaki en başat kavgalardan “Troçkizm”e değinmeden geçmek istemiyor. Çünkü Troçki’nin haksızlığına hiçbir zaman inanmamış.
-1936’da henüz 16 yaşında iken ilk çevirdiğim kitap John Reed’in “Dünyayı Sarsan On Gün”ü idi. Uzun yıllar sonra birisi, o kitabın elle yazılmış çeviri müsveddelerini evimde görünce “Neden yayınlamadın?” diye sormuştu. 1936’da Moskova’da büyük davalar başlamıştı. Bu davalarda Troçki büyük hain ilan ediliyordu. Kitap böyle bir ortama ters düştüğü için yayınlamamıştım. Oysaki Sovyet Devrim muhiti içindeki ilk dönemin Marxistleri, Komünistleri için şüphesiz Ekim Devrimi demek Lenin’le Troçki demekti. O yılların bütün edebiyatına bakarsanız Lenin’le Troçki’yi birbirinden ayırt etmenin olanaksız olduğunu görürsünüz. O yıllarda babamın Fransızca’dan çevirdiği eserlerin bir tanesi de “Lenin ve Troçki” idi. Ne yazık ki, yıllar sonra 1960’larda çıkan Türkçe baskısında “Dünyayı Sarsan On Gün”deki Lenin ve Krupskaya’nın önsözleri yoktur. Oysaki orijinal baskısında her iki önsöz de vardır. Lenin önsözünde “Sovyet devrimini en iyi anlayan John Reed’dir” derken Krupskaya da “Dünyadaki milyonlarca işçi bu kitabı okuyup devrimi ondan öğrenmelidir” demiştir.
Rasih Nuri’ye:
-Türkiye Sol Hareketi’yle ilişkiniz nasıl, nerede ve ne zaman başladı? diye soruyorum.
Bu konuda da şunları anlatıyor:
-1930’lu yılların sonunda üniversite öğrencisiydim. Üniversite evinde Marx’ın, Engels’in, Lenin’in pek çok kitabını okumuş bir insan olarak girdim. İstanbul Üniversitesi’nde önce merkez kütüphaneye gittim. Kataloglarda Marx’ın hangi eseri var diye baktım. Bir iki sol broşür çıktı, Kapital filan zaten yoktu. Marx’tan bir tek kitap çıktı karşıma: Felsefenin Sefaleti. Hemen alıp okudum. Hayatımda beni en çok etkileyen, düşüncemi kalıba sokan kitabın o olduğunu söyleyebilirim. Biliyorsunuz o kitap Proudhon’un Sefaletin Felsefesi’ne karşı Marx’ın bir polemiğidir. Felsefenin Sefaleti’ni okuyunca Marx’ın Proudhon’u nasıl incelediğini, ondaki şatafatlı, parlak, devrimci gibi görünen cümleleri nasıl tahlil ettiğini görerek, bir kitabı sadece okumanın değil, bilimsel süzgeçten geçirmenin gerektiğini öğrendim. Zannederim hayatımın en büyük kazancı o oldu. Kitaplara inanmak değil onları eleştirmek gerekir. Şimdiki gençlere de özellikle Marx’ın o kitabını okumalarını öneririm.
Bu girizgahtan sonra Rasih Nuri biraz durup düşünüyor. Partiyle, partililerle nasıl tanıştığını anlatmaya başlıyor:
-Yıl 1939’du. Ne kadar da tesadüf diyemeyeceğim, demekki ben de aramıştım, içlerinde bir kaçı partili olan bir grupla tanıştım. Aralarında 1946’da Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kurucusu olacak Doktor Habil Amado vardı. Behçet vardı ve daha bir çok arkadaş… Grupta doğrudan doğruya entelektüel olarak Marxizmi inceleyen, üst düzeyde dünya meseleleriyle uğraşan arkadaşlar da bulunuyordu. En göze batanlar sonradan avukat olan Franko Milaslı, bir iki yıl önce Paris’de ölen Prof. İzak Kapuano idi. İzak Kapuano arkadaşımızın üzerinde önemle duruyorum. Çünkü TKP’ye girmemişti ve koyu bir Troçkist’ti. Birkaç yıl sonra grubumuzun çözülüp dağılmasında da Kapuano’nun Troçkist görüşlerinin neden olduğunu sanıyorum. Kapuanoyla Troçkizm, Stalinizm meselelerini sabahlara kadar uyumaksızın tartışırdık. O Sovyetler Birliği’nin bürokratik bir sapma yolunda olduğunu, bu yolun o ülkeyi sosyalizm yolundan ayıracağını iddia ederdi. Ben ise, işçi sınıfının eninde sonunda duruma hakim olup, bürokrasiye yol vermeyeceğini savunurdum.
Burada Rasih Nuri, 90’ların başında Sovyetler Birliği’nde yaşananlara atlayıveriyor:
-Ve hala da 90’larda Sovyetler Birliği’nde olanların bir kader olduğuna yüzde yüz emin değilim. Ve o zamanki Troçki’nin tezlerine göre: Sovyetler Birliği çökecek ve yeniden bir devrim gerekecektir. Şimdi çöktüğüne göre, keşke Troçki haklı olsa da Sovyetler’de yeniden bir sosyalist devrim olsa.
Tekrar kronolojik olarak TKP’yle ilişkilerine dönüyor Rasih Nuri:
-Parti’ye bu ilk dönemde “komsomol” olarak katılmamdan sonra çevremde bir öğrenci grubu oluşturdum. Şimdi isimlerini vermek istemiyorum. Fakat gruptan çok önemli kişiler çıkmıştır. Onların bir kısmı Yüksek Tahsil Gençlik Derneği’nin nüvesiydi. Ben dernekte bulunmadım ama benim yetiştirdiğim, eğittiğim kişiler kurdu derneği. Kurucuları belli olduğu için bazılarının isimlerini söyleyebilirim. Mesela Adil Giray, Nihat Sargın bunlardandı… O dönemin illegal çalışması içindeki bizler aşırı kuşkulu insanlardık. Azıcık fazla soru soran, meraklı olan kimselere “acaba polis mi” diye bakardık. Böyle davranan bir arkadaşı hemen dernekten ve gruptan tecrit ettik. Ama sonradan hiç de öyle biri olmadığı ortaya çıktı. Yalnız tek bir kabahati vardı, babası polisti. Nitekim Yüksek Tahsil Gençlik Derneği’nin kayıt defterinin ilk sayfası o yüzden yırtılmıştır.
Rasih Nuri şimdi TKP ile birebir ilişkisine geliyor:
-Bir başka yoldan, sanıyorum TKP içindeki tek Galatasaray Lisesi mezunuydu, Ferit Kalmuk tarafından partilendim. 1945 senesinde Şefik Hüsnü tarafından Ferit Kalmuk’a bir görev verildi. Kalmuk’un görevi ileride kurulacak legal bir partinin sözcüsü olacak olan “Yeni Dünya” gazetesini Cemil Baykurt’la birlikte çıkarmaktı. Ben de bu nedenle “Yeni Dünya” gazetesinde çalışmaya başladım. Bir yandan da Esat Adil’in çıkardığı “Gün” dergisinde çalışıyordum. “Yeni Dünya”nın 4’üncü sayısının çıktığı 4 Aralık 1945 günü ünlü Tan Olayları oldu. Humbaracılar yokuşundaki Gün, La Türki ve Yeni Dünya dergileri de tahrip edildi. 5 Aralık günü de babam öldü. 9 ya da 10 Aralık’ta, Esat Adil’in Tophane’deki evine gittim. Ne duruyoruz “Gün”ü tekrar çıkartalım dedim.
1946’ya girildiğinde Türkiye’nin siyasi yaşamında büyük bir hareketlilik başlamıştır. Esat Adil’in çıkardığı “Gün” dergisi çevresindeki bir grup komünist, legal bir parti kurma hazırlığı içindedir. Rasih Nuri o günleri şöyle anımsıyor:
-Gün dergisinde Esat Adil’in çevresinde ihraç edilmiş eski komünistlerden Sarı Mustafa (Börklüce), TKP İstanbul İl Sekreteri Hüsamettin Özdoğu, 1938 Donanma Davasındaki mahkumiyetinden dolayı hapiste olan Hamdi Şamilof’un eşi Berber Emine filan vardı. Legal parti kurma hazırlıkları sırasında Şefik Hüsnü babama da bazı talimatlar vermiş, babam da kabul etmişti. Yalnız babam, Şefik Hüsnü’ye: “Bu olacak iş değil üstad. Esat da Cami Bey de muhteris adamlardır. Bu işi götüremezler” itirazında bulunmuştu. Benim anladığım Sarı Mustafa kanalıyla Esat Adil’e telkinde bulundular: Sen TKP’ye aldırış etme, yeni bir parti dönemi açılıyor, bu işi beraber yapacağız gibi. Tabii Esat da buna kapıldı. Oysa ki Esat Adil o sıralarda Lenin okuyan, Lenin hayranı bir devrimci idi. Neden bunu söylüyorum. Aybar nasıl sonradan Lenin ve Leninizm’in aleyhine dönmüşse, 1950’lerde Esat Adil de Lenin’den ve Leninizm’den ayrılmıştı.
Esat Adil’in 1946’da o ilk dönemde TKP’ye karşı bir tutum takınarak, lider benim havasına kapıldığını görünce ben Gün dergisiyle ilişkimi kestim. Birkaç sayı daha çekmelerde kalan bazı yazılarımı yayınladılar. Gün’ün koleksiyonuna bakılırsa, onların aktüel yazılar olmadığı görülür. Ben ondan sonra Adana’ya gittim. Mayıs 1946 olmalı. Önce Esat Adil’in partisi Türkiye Sosyalist Partisi kuruldu. Partinin kurucularından Macit Güçlü bana “TSP’nin Adana İl Örgütünü kurar mısın?” teklifini getirdiği sıralarda Dr. Şefik Hüsnü’nün de bir parti kurduğu haberi geldi. Ben Şefik Hüsnü’nün partisi Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nden yana tutum takındım. Derhal Esat Adil’e bir mektup yazarak, bölünmenin aleyhinde olduğumu bildirdim. Bu mektubun bir suretini de iliştirerek Şefik Hüsnü’ye yazdığım bir mektupta da her türlü görevi almaya hazır olduğumu belirttim. Ve arkasından TSEKP’nin Adana İl Örgütünü kurdum.
Rasih Nuri TSEKP’nin Adana İl Örgütü ve partiye bağlı sendikal örgütlenmeyi nasıl oluşturduklarının hikayesine geçiyor:
-Adana İl Örgütünde Hilmi Artan, Hayati Sencer ve Oruç Ali Tütünkesen gibi arkadaşlarımız vardı. Bunlar genel merkez üyesi olduklarından Adana TSEKP örgütünün ilk üyesi Arif Dino olmuştu. Kısa süre sonra benim yüzümden partide bir anlaşmazlık çıktı. Kadro kazan kaldırarak “Bu adamı nereden buldunuz, Gün’de çalıştı, Esat Adilcidir” dedi. Ama Şefik Hüsnü’den özel talimat alan Terzi Arif beni destekledi. Birlikte kalkıp İstanbul’a genel merkeze geldik Terzi Arif’le. Şefik Hüsnü ile uzun bir görüşme yaptık. İlk kez tanışmıştım kendisiyle. İstanbul’da olduğum süre zarfında Şefik Hüsnü’nün partisinin Beşiktaş’taki bir binasındaki konferansını dinlemiştim. Sonraki görüşmemizde bana “Parti sendikalarda çalışmalı, Adana’da sendikal örgütlenmeyi kur” dedi. Ben Adana’ya dönüp Sendikalar Birliği’nin kuruluşunu yaptım. Fakat belgeleri Adana’dan İstanbul’a getirdiğim gün 16 Aralık 1946 günüydü ve Parti kapanmıştı.
Rasih Nuri’yle konuşmamız dolu dolu eski siyasi beraberlikleri, ayrılıkları, faaliyetleri üzerine yoğunlaştı. Sonunu şöyle bağlıyor Rasih Nuri:
-Partide benim fazla bir gelişme gösermememin nedeni de Troçki’ye karşı yapılan suçlamalara katılmamam, hatta 1936 davalarındaki suçlamalara inanmamamdır. Bu tutumum benim parti içinde geri planda kalmama neden oldu. 1950’de Parti’de Mehmet Ali Aybar’a bağlandım, o bağlılık Aybar’la birlikte TİP’e kaydolmamıza kadar gitti.
Mücadele geçmişindeki hatalardan başlıcasını hırçın ve kavgacı bir üslup olarak görüyor bugün Rasih Nuri:
-Komünist üslup, biçem zannettiğim, çok sert suçlamalar içeren yazılar yazmak ve konuşmaktan pişmanım. Ama ne yapalım ki o yıllarda bütün komünistlerde bu ortak özellikti. Esat Adil de aynı şekilde konuşur ve yazardı. Şefik Hüsnü de. Hatta Mehmet Ali Aybar da. Nitekim Aybar bizi TİP’in içindeyken, Partiyi ele geçirmek isteyen illegal komünist partisinin adamları şeklinde bir yandan ihbar ederken, öte yandan da CIA ajanı olduğumuz şeklinde yazılar yazıyor, konuşmalar yapıyordu. Benim de aynı şekilde, ona ve başkalarına karşı aynı sertlikte yazılarım vardır. Bugün o yazılarımın içeriğinden dolayı değil de, üslubundan dolayı üzgünüm. Keşke sol kendi arasında kavgacı ve hırçın bir üslupla yazıp konuşmasaydı, daha terbiyeli olsaydı. Şimdiki dönemin en büyük meziyeti sanıyorum hırçınlığın bastırılmış olması…
Rasih Nuri “din dışı bir ailede” yetiştiği için dinle bir probleminin olmadığını, ölümünden sonra cenaze töreni için özel bir vasiyetinin bulunmadığını, varını yoğunu kitaba ayırdığını filan anlatıyor. Ama sosyalizmin şimdiki haline baktıkça “İlle Troçki” diyor Rasih Nuri:
-Troçki’nin söylediklerini bir kez daha incelemek istiyorum…
Bir kitap deryasının içindeki Rasih Nuri’den ayrılıyorum.

Bir “Küçük Moskova” Tuzluçayır Mahallesi


Tuzluçayır Mahallesi, Mamak İlçesi’ne bağlı olup adının nereden geldiği konusunda net bir bilgi yoktur. Yaşayanlar veya internet üzerinden bilgi taraması yapıldığında buna dair bilgiye ulaşılamamaktadır. Belki devlet, hükümet, üniversite arşivlerinde veya basılı yayınların taranmasında buna dair bulgular elde edilebilir, fakat ne yazık ki şu anda böylesi bir bilgiden mahrumuz. Kendisiyle görüştüğümüz Yelda Yürekli arkadaşın, “80 DARBESİ VE TOPLUMSAL MUHALEFETE ETKİSİ: MAMAK/TUZLUÇAYIR MAHALLESİ ÖRNEĞİ” başlıklı Lisans Tezi Tuzluçayır’a dair, mevcut tek akademik çalışma özelliğinde olup, pek yakında henüz adı konulmamış bir kitabı da yayınlanma aşamasındadır.
Tarih konusu ise kendi içinde de tartışmalı bir sorun olmaktadır. Tarih denilince insanların aklına ilk önce geçmiş zaman gelmektedir doğal olarak ama geçmiş tarih, şimdiki insanların, sınıfların, kastların, eğilimlerin veya hareketlerin, ideolojilerin, politikaların merceğinden ne kadar bağımsız olabilir? Şu da bir gerçektir, insanlar ya da gruplar vs. geleceği nasıl görmek istiyorlarsa, geçmişe de o açıdan bakarlar. Ve şu da bir gerçektir ki insanların ya da grupların sosyal varlığı ya da gerçekliği geçmiş ve gelecek tarihi değerlendirmelerinde asıl belirleyen olmaya devam etmektedir. Bütün bunlardan bağımsız gerçekliğe ulaşmak ise bir hayli zordur. O yüzden bizim söylediklerimiz de bu ideolojilerden bağımsız saf gerçekliği ortaya çıkarmaya elverişli bir metoda bağlıdır. Bu yapılırken kimsenin kaşına gözüne bakılmamalıdır. Ortaya çıkan sonuç bizim çıkarlarımıza aykırı bile olsa kabullenilmesi demektir bu metodoloji ya da yöntembilim…
Bir demokrat ya da devrimci Tuzluçayır’ın tarihi söz konusu olduğunda geçmiş demokratik ve devrimci süreçlerin irdelenmesi ile yetinebilir. Ama bu makale eldeki verilerin yazılı olmamasından dolayı eksik kalacaktır. Çünkü her şeyi bilen internet “tanrısı” dahi mahallemiz konusunda sessizdir. Umarız Yelda arkadaş gibi arkadaşlar çıkar ve birkaç tuğla koyar. Bizim yaptığımız ise tuğla bile sayılmaz, olsa olsa bi gıdım harç olabilir.
Modernizmin, Postmodern çağa evrildiği bu çağda insanların en küçük dayanışmayı bile gerçekleştirirken gösterdiği kuşkular ve bireyin yalnızlığı bir veridir. Tuzluçayır’ın eskileri de yalnızlıklarını dayanışma özlemleri ile gidermek isterler geçmiş günleri yadederken. Tüm yaşlılar da bu romantik özellikler görülür. Eskinin rezaleti genellikle unutulur, bastırılır ve zamanla hiç hatırlanmaz. Günümüzdeki mahalleliler aslında bu yalnızlığa doğal gibi görünen sebepler sonucu ulaştıklarını zannederler oysa bu gerçeklik somut değil, derinden işleyen yasalara (geçmiş kuşakların geleneği) bağlı olarak gelinmiştir.
Gecekondu tekil çekirdek ailenin yaşam alanı iken apartman pek çok ailenin sosyal yaşam alanı haline gelir. Kırdan koparak şehrin yani modernizmin özgür bireyi haline gelenler gecekondularında kendiliğinden komün geleneğini sürdürürler ama bir taraftan da özgür bireyler haline geldiğinden bu komün geleneklerini de terk ederler. Tuzluçayır’ın gecekondudan apartmanlaşmaya evriminde ve gelişiminde derinden işleyen yasa bu olmalıdır ve temelde şu prensibe bağlıdır; “Bilinç varlığı belirlemez, tam tersine bilinci belirleyen varlıktır.”
Yaşayan en son komün olan Dersim, nasıl ki komünden uygarlığa zorla geçirilmişse ve aslında uykuya dalan komünler de gelenek olarak modern toplumda yaşamaya devam etmektedir. Modern toplum hiçbir gelenek oluşturmaz, tam tersine geleneğe karşı konumlanır. Ama komün, gelenek demektir ve dayanışma geleneği eğer varsa bu uykuya dalan komünün kuğu çığlığı anlamına gelmektedir. O yüzden Tuzluçayır’ı yapan gelenek şimdilerde herkesin dilinde bir türkü haline gelmişse bakılması gereken yer, somut gerçekliğin dip akıntıları olarak derinden işleyen (soyut) toplumun hareket yasalarıdır.
İlk yerleşimler 1950 yıllarında yaşanmış olmalıdır ama bu aslında “ilk” olmaktan ziyade nüfus yoğunlaşması veya mahalle haline gelmiş yerleşim biçimi olarak ilk sayılmalıdır. 1950 yıllarında Mahalle’nin yoğun olarak Beypazarı’na bağlı Karaşar köylülerince eski çöplük kenarlarına, ilk gecekonduların yapılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Eski çöplük olarak bilinen yer şimdiki Sülüklüdere olarak bilinen ve Karakol ile Hatip Çayı arasında kalan bölgedir. Cami-Cemevi projesinin yapıldığı yerler eski çöplük üzerine yapılan gecekondular veya barakaların olduğu bölge hala yaşamakta olan gecekondular eski yerleşimler olarak bilinmektedir. Ama en eski yerleşim sayılmayacak yapılar da hala mevcuttur. Şimdiki Natoyolu’na giriş yapılan kavşak üzerinde en eski sayılacak bir bina da mevcuttur.
Çocukluğumun geçtiği 1966-67 yılları ve 1950’li yıllara dair tanık beyanları, buralar; eskiden üzüm bağlarının, badem ve dut ağaçlarının olduğu geniş yeşilliklerin olduğu bir yerdir. 1970’li yıllara kadar yaşayan, Abidinpaşa’da (Şimdiki T. İş Bankası’nın olduğu yerde) bir şarap fabrikasının varlığı bilinmektedir ve bu fabrikanın varlığından bu çevrenin üzüm bağlarının genişliği hakkında bir fikir elde etmek mümkündür. Şu an Muhtarlığımızın bulunduğu mevki çok yakın zamana kadar bağ idi. Nitekim, Seyran Bağları denilen mevki de bu mahalleye yarım saatlik yürüme mesafesindedir. Tuzluçayır adı da bölgenin dokusundan gelmelidir.
Tuzluçayır mahallesi tüm Anadolu’dan göçler alan bir yerleşim alanıdır. Demografik olarak Sivaslılar, Çorumlular, Karaşarlılar, Deliceliler, Kırıkkaleliler, Develiler, Yozgatlılar sırasıyla çoğunluğu oluşturan kesimleri oluşturmuşlardır.
Mahallenin meşhurları saymakla bitmez, Sivaslı Kara Zeki, Kara İbrahim ve Hasan Köse gibi kabadayılar, aslında antik komünün devrimci öncüleridirler ve o zamanki siyasal öncüler de aslında onlardan farklı işler başarmamışlardır. Özellikle Hasan Abimiz, bizim gecekondumuzu savunmaya gelen tek biricik sima olarak hafızama kazınmıştır. Babam ve annem hala bu insanı gururla ama ölümünü de üzülerek anarlar. 1968 hareketinin önderlerinden Ulaş Bardakçı, (ablası bu mahallede ikamet etmiştir.) Sonrasında 1978’liler olacak olan o dönemin çocukları bizler, Mahir Çayan adını o zamanlar bilmezdik ama Ulaş’ın adı Ankara’nın her yerinde bilinirdi ve türlü hikayeler anlatılırdı ve masallarla süslenirdi Ulaş, Deniz ve İbo adları… Mustafa Timisi (pazarcılık yapar) ve Süleyman Ayten (muhtar) gibi siyasal kişilikler ve-veya Feyzullah Çınar, Ala Deli, Ali Kızıltuğ gibi aşıklar bu mahallenin yetiştirdiği evlatları sayılır. Hatta şimdiki Mamak Belediye Başkanı Mesut Akgül de bu mahalleden sayılabilir. Öldüğünde cebinde 2,5 lirası olan Temizlik Çavuşu olan Aşık Feyzullah Çınar, Tuzluçayır ahalisinin en meşhur parkında yaşamaktadır. Gezi direnişçileri ve şehitlerinden olan Ali İsmail Korkmaz adı da bu aşığın yanına eklenmiştir ve yine bu parkın içinde Belediye müştemilatı olan gecekondu, Ethem Sarısülük kitaplığı olarak ‘kamulaştırılmıştır’. (Büyük ihtimal 1980 öncesi Halkevleri de bu yapıda faaliyet yürütmüştür.
1980 öncesi ilk siyasal oluşum dernekleşme faaliyeti olarak başlamıştır. İlk dernek Pahalılıkla ve İşsizlikle Mücadele Derneği (PİM) olarak kurulmuş olması tanık beyanları olarak mevcuttur. Ama bu dernek yine beyanlara bakıldığında çok güçsüz olarak görülmelidir. Asıl muhalefeti toparlayan dernek ise yine PİM’in bulunduğu Süleyman Ayten Caddesi üzerinde Erenler Kıraathanesi karşısında kurulmuştur. Tanıklar ismini tam hatırlamıyor ama adı büyük ihtimal Demokratik Kültür Derneği (DKD) biçimindedir. Erenler Kıraathanesi ise Süleyman Ayten Caddesi üzerinde, şimdiki A-101 ‘in olduğu yerdir ve karşısında kurulan DKD ile siyasal toplantıların yapıldığı önemli bir noktadır.
Bütün muhalefeti örgütleyen bu dernekte Doğu Perinçek’in de katıldığı paneller yapılmış ve THKP-C ‘liler (Dev-Yol ve Kurtuluş)bu dernekle ilişkilerini kesip Halkevleri içinde faaliyet yürütmüşlerdir. Apocular olarak oluşturulan PKK hareketi de bu mahallede ev toplantılarıyla işe başlamıştır. Önemli bir adres olarak da PKK kurucularından Rıza Altun’un evi (1970’lerdeki Ege Mahallesi yapılaşması içinde) anılmaktadır. Belki de “sol içi cezalandırma” sonucu ölüm (Mehmet Uzun’un vurulması) yine Süleyman Ayten Caddesi üzerinde olmuştur.
Tuzluçayır 1980 öncesi tamamına yakını Alevi inancına sahiptir ve gecekondularda yaşamaktadır. Tamamına yakını şimdilerde “enformel sektör” diye tabir edilen işlerde çalışmaktadır. Tamamına yakını yine işçidir ama kırdan yeni kopmuş “yeni özgürleşmiş köle” olarak şehir varoşlarına tutunmuşlardır. Bu zorlu tutunma doğal olarak dayanışmayı gerektirir… Tüm varoşlarda olduğu gibi dayanışma özellikle devlet, hükümet ve belediye başta olmak üzere faşist ve gerici baskılara karşı gelişmiştir. Aradan geçen zamanda bu tutunmanın mahiyeti değişmiştir. Eski tutunma, insanlığın dirimsel bir ihtiyacı (konut) olarak belirmiş ve işler doğası gereği siyasal muhalefete oturmuş, hem dünyayı hem de Türkiye’yi sarsan 1968 Gençlik Hareketi kendisini yetiştiren humuslu toprağı Tuzluçayır gibi mahallelerde bulmuşken tutunmanın mahiyeti siyasal dayanışma olabilmiştir. En hararetli teorik tartışmaların yapıldığı yer aynı zamanda pratik-politik mücadelelerin de yükseldiği bir yer olmuştur Tuzluçayır… Eskiden her iki mücadele de (teorik ve politik) aynı zamanda cereyan ederdi, şimdilerde ise farklı kulvarlarda… Hiç kimse teorik mücadele yürütmüyor, tartışmıyor bile… Pratik-politik mücadeleler ise zayıf kalıyor, en son Gezi Direnişi hariç tutulduğunda tablo bu şekildedir. Bu teorik tartışmaları yakın akrabaların evlerinde tanık olan ve Kaypakkaya’nın  daktilo yazılarını çalarak okuyan biri için çok vahim bir tablodur. Ve burası öylesine tabu tanımazdır ki Doğu Perinçek karşısında bir Çaycı Rıza O’na nutuk çekmekte bir beis görmemektedir. Halkevleri içinde yapılan bir tartışma esnasında eli bastonlu bir dedenin, bir devrimciye; “senin söylediğin doğruysa, Lenin baba haltetmiş!” diyenlere rastlamak mümkündü…
Görünen odur ki Tuzluçayır Mahallesi Siyasal Bilgiler Fakültesi gibi 1968 hareketinin devrimci gençliği için halkla buluşma noktası olmuştur. Tuzluçayır, Cebeci kampüsündeki üniversitelere yakındır yürüme mesafesi yarım saat olan bu uzaklık, öğrenciler için hem ikamet edilir hem de devrimci faaliyet yürütülür bir nokta olmaktadır.
Sobacı Akif “Eve giderken korkuyorum, Tuzluçayır kozmonot bir yer oldu” demişti, sohbetimizde.
Akif Abi’nin bu korkusu yeni bir algı da olabilir, gerçekliğin ta kendisi de… Eski yaşam tarzları, yenilere yenik düşüyor her yerde… Tüm yaşlılar sizlere geçmiş tarihin ne kadar rezil olursa olsun, kendilerine ait tarihleri ile güncel akıp giden ve gelmekte olan tarih ile büyük bir çelişki içinde olduklarını her sözlerinde ve özellikle anılar anlatılırken tespit ederler. Müthiş bir gelecek korkusu tüm yaşlılarda mevcuttur ve şimdiki kuşaklar belirsiz bir geleceğe doğru yuvarlanmaktadırlar. Akif Abi şimdilerde uyuşturucu çetelerden, terörden, her türlü ahlaki yozlaşmalardan korkmaktadır. Peki bu korku ve terör önceleri hiç yaşanmamış mıdır? Görünen o ki “sağ-sol çatışmaları” 1980 öncesi her yerde olduğu kadarıyla ve ondan daha fazlası Tuzluçayır Mahallesinde yaşanmıştır. Hemşerilik türünden ayrışmaları 1970’lerde “sağ-sol” ayrışmaları takip etmiş olmalıdır. Ama Akif Abi “milletin dini, imanı, peygamberi para olmuş” diyerek bu korkusunu açıkladığına göre sorun daha derinlerde olmalıdır. Anlaşılan o ki durum ümitsizdir.
1950’li yılların sonuna doğru babam buralara kaçak getirirmiş. 1966 yılı da benim 5 yaşıma denk gelen uğursuz bir yer olarak beynimde yer aldı. Şimdiki Pir Sultan Derneği karşısında yer alan düzlükte çocukların oyun alanı olarak işlev gördü. Ve Süleymanayten cad. ile Okullar Cad. kavşağında yer alan Tuzluçayır Sineması ile ilk sanatsal buluşmalar yaşandı. Açık hava sinemaları o zamanlar bütün toplumun sosyal faaliyet merkezleri idi. Bu dönem yapıtlarının en berbat senaryolarında dahi, zengini iyi, fakiri kötü gösteren bir filme nadiren raslanırdı veya hiç yoktu. Mahallede iki açık hava sineması daha vardı; Kader Sineması şimdiki Kiler Market civarındaydı ve Endüsri Meslek Lisesi de Türk-İş Sineması’nın yerine yapılmıştır. Son iki sinemanın arka tarafı ormanlık bir alandı. Pazar yeri ve futbol oynadığımız geniş sahalar buralardaki yerlerdi. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren buralar, “silahlı çatışmaların yaşandığı tarla” olarak hafızalarda yer etmiştir. “Tarladan geliyorum” demek, “çatışmadan geliyorum” demekti…
1950’lerin ikinci yarısından 1960’ların son çeyreğine kadar yakın mahalleler kurulmamıştı. Bu tarihten sonra çok az bir yapılaşmanın olduğu Şahintepe ve sonrasından giderek Ege Mahalleleri ve en sonra da bugünkü sınırlarını belirleyen ve Tavuk Çiftliğinin olduğu (Şimdilerde büyük AVM’ler var buralarda) yere kadar olan bölge adım adım gecekondulaşmaya veya siyasal çatışmalara sahne oldu. En şiddetli çatışmalar da sanırım Saime Kadın sınırları ile Ege, şimdiki Cengizhan ile Durali Alıç Mahalleleri arasındaki bölgelerde olmuştur. Buranın devrimcilerinde şöyle bir klişe oluşmuştu; “Tuzluçayır’ın adı, Ege’nin aslanları!”
Yeri gelmişken belirtelim; bizlere göre bu çatışmalar “sağ-sol çatışması” değildir, aksine yeryüzünde belki de ilk kez tanık olunan şey, bir faşist hareketin bir öncü gençlik hareketiyle geriletilmesi hatta yenilgiye uğratılmasıdır. Bu konu ayrı bir tez konusu olmaya adaydır. Çünkü dünyada bütün faşist hareketler ancak bir kitle hareketi veya uluslararası bir savaşla yenilgiye uğratılmıştır. Ama 1970 kuşağının gençlik hareketi ancak bir öncü hareketi olabilirdi ve kitlelerin desteğini kazanmış bir öncü olarak işlerini hallediyordu. Bu gençlik hareketinden çıkan bütün hareketler de aynı şekilde bu geleneğin devamını oluşturmuşlardır. Bu hareket halkı savaşa sürmekten imtina ederdi, ona öncülükten anladığı himaye etmekten ibaret kalıyordu ve şimdilerdeki hareketler de aynı şekilde himayecidirler. Yanlış olan ya da eksik olan şey kısaca kitlelerin hareketidir. Oysa devrim denilen şey “kitlelerin eseri” değil midir?
1980 öncesinde pek çok “küçük Moskovalar” kurulmuştur, sanırız hem ezilenler hem de egemenlerin aynı sıfat-isimle andığı başka bir Tuzluçayır olmamıştır.
Ali Ekber Güler
05.02.2015