17 Eylül 2014 Çarşamba

Cami – Cemevi Projesi Üzerine Düşünceler




Mamak, Tuzluçayır Mahallesi’nde yapımı sonlandırılmış bir projeye dair hiç yapılmamış bir tartışma yapmanın ne gereği var diye düşünülebilir. Aslında cevap ilk cümlenin içindedir, “hiç yapılmamış tartışma”… Yolumuz yordamımızca bu meseleye dair düşüncelerimizi ifade etme gereği duyuyoruz. Muhalefetin şimdiye dek sergilediği yaklaşım, -haydi, biraz zorlandığında- daha çok politik veya taktik düzeyde yapılan tartışmalardan ibarettir. Bu tartışmalardan arta kalan sonuç ise aşağı yukarı şöyledir; “bizler bu projeye değil, cemaate karşıyız”.
“Bizler Cemaate Karşı” değiliz.
Cemaate veya cemaatlere karşı olmak gibi bir saçmalık düşünülemez. Cemaat demek topluluk demektir. Herhangi bir kişi bilir ki kendisi bir topluluk yani cemaat üyesidir. Şu ulus dediğimiz şey bile bir cemaattir. (nasıl bir cemaat olduğu ise ayrı bir yazının konusudur.)
Ama bu ifade ile söylenmek istenen şudur herhalde; “bizler fetullah gülen cemaatine karşıyız”… Ama bu bile saçmalık olarak ortada durmaktadır. Herkes bir başka cemaate karşı olabilir ama demokratik veya laik bir topluluk demek olan ulus-devlet içinde bu karşı koyma demokratik ve laik bir muhalefetle yapılmalıdır. Yani düşünce ve ifade özgürlüğü sonuna kadar savunularak yapılmalıdır. Demokratik ve laik bir devlet hiçbir cemaati desteklemediği gibi kendisini bir cemaate karşı olarak da konumlandıramaz. Laik ve demokratik bir devlet bütün cemaatlere eşit mesafede durur ve onların düşünce ibadet özgürlüklerini savunduğu kadar, propaganda yoluyla tüm topluluğu etkileme hakkını da savunmalıdır.
Bahsettiğimiz ilkeli tartışmalar ileride de yapılmayacaktır. O yüzden bu eksikliği kapatmak ve tartışmak için de hareket noktalarına yani duvarcı sicimlerine ihtiyaç vardır. Bu soruna yaklaşım elbette ki son duruşmada politik olmak durumundadır ama bizim politiğimiz başka, elin politiği başkadır. Bizim politiğimize duvarcı sicimleri dediğimiz yaklaşımlar veya düşünceler ve–veya prensiplerimiz damgasını basar. Eğer politikamız bu düşüncelerden yoksun ise o zaman geriye sadece anarşi kalır. Yani devlet veya hükümet ne yaparsa yapsın, yanlış olarak görenler tarafından (muhalefet) eleştirilecek veya karşı çıkılacaktır. Burada bir sorun yoktur ama önemli bir eksiklik vardır; iktidarın (devlet-hükümet) yaptığı yanlış neden yanlış olmaktadır ve yanlış nasıl düzeltilir veya düzeltme umudu yoksa nasıl yıkılır? Bu yanlışa nasıl doğru bir cevap üretilir? Veya en basit insana, “sen hükümet olsaydın, ne yapardın?”gibi sorular peşpeşe sıralanabilir ve bizler de bunu yapmaya çalışacağız.
Bilindiği gibi, projenin sahipliğini Fetullah Gülen ve İzzettin Doğan yapmaktadır ve hükümetin de devletin de belediyenin de desteklediği bu proje; her şeyden önce bir prensibin yokluğu ile açıklanabilir veya bu prensiple eleştirilebilir; LAİKLİK…
Öyleyse o zaman ilk önce “laiklik nedir?” diye soralım ve laikliği tanımlamaya çalışalım;
a. Laiklik, devletin din ve inanç işlerine karışmamasıdır.
Kabul edelim ki yukarıdaki tanım en çok yaygın kabul gören tanımdır. Yaygın olduğu kadar da yanlış aktarılan ve öğretilen bir tanımdır. Yukarıdaki tanım tam olarak gerici ulusçuların tanımıdır. Aslında devlet, din ve inanç işlerine karışmak zorundadır zaten karışmaktadır da… Yani aslında iki kere yanlış yapılmakta veya iki kere yanlış kabul görmektedir. Laik bir devlette laiklik tanımı aşağıdaki gibi olmalıdır;
a. Laiklik, insanların din ve inanç özgürlüklerini, dilediği şekilde ibadet etme özgürlüğünü anayasal bir yurttaşlık hakkı olarak kabul eden ulusçuluktur.
Bu hakkın her türlü ihlalinde ise devlet bu işlere karışmak zorundadır. Yani diyelim ki bir inanç mensubu olanlar ile başka bir inanç mensubu olanlar arasında bir husumet veya olay oldu. Veya bir inanç mensubu olan kesim, başka inanç mensuplarının fiziki şiddet veya tacizine uğradı veya baskı altında olduğunu ifade etti… İşte bu zamanlarda devlet gerçekten laik ise; o baskı uygulayan, taciz eden veya şiddet uygulayan inanç sahiplerini cezalandırmak zorundadır. Laik devletin görevi de budur zaten… “Ben din ve inanç işlerine karışmam” diyen bir devlet yeryüzünde yoktur. Şu veya bu şekilde din veya inançlar üzerinde bir hukuk vardır. Bu hukuk en son tahlilde bürokrasi ve militarizm demek olan devletin ve-veya ulusun hukukudur, anayasası ve ceza yasalarıdır.
Yukarıda yaptığımız tanım laikliğin ne olduğu konusunda bize ancak bir fikir verebilir ama laikliği tam olarak tanımlamak için bu tanımı diğer belirleyenlere (topluluklara) de yaymak gerekir.
b. Laiklik, insanların ırkı, dili, cinsi, kültürü, tarihi, vs. ne olursa olsun, devletin veya ulusun bu kriterlerle tanımlanmaması ve kendisini bu kriterlerle tanımlayan (gerici ulusçuluk) topluluklar karşısında olması demektir de…
“a” şıkkıyla tanımladığımız laiklik yalnızca devletin din ve inançlar karşısındaki tarafsızlığına dair düşünceler veya prensiplerdir. Ama bu tanım bile kendi içinde eksiktir. Bu eksiklik “b” şıkkıyla birlikte düşünüldüğünde gerçekten laik bir tanıma ulaşırız. Fakat bu bahis şimdilik başka bir yazının konusu olarak es geçilebilir. Çünkü konumuz yukarıda bahsedilen proje ile ilgili olmakla sınırlandırılmıştır. O yüzden bizler “a” şıkkında bahsedilen prensibi akılda tutarak düşüncelerimizi ifade ediyoruz.
O halde devletimiz veya hükümetimiz her iki bağlamda da laik değildir.
Birinci bağlamda (devlet din ve inançlar konusunda tarafsız olmalıdır) konusunda ezelden beri laik olmamaktadır. Hani şu CHP geleneği denilen devlet geleneği tüm tarihi boyunca laik olmamıştır. İlk önce din işlerini kontrol altında tutmak için Diyanet gibi bir kurum yaratmıştır. Ve bunlar her adımda da “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” nden yana olmakla böbürlenip durmaktadır.
“İştir kişinin ainesi lafa bakılmaz” diye bir söz vardır, yani biz birini anlamak istediğimizde onun söylediklerine değil, işlerine bakarız. Bir toplumu, sınıfı, partiyi, gazeteyi, vs. kendisi hakkında söyledikleriyle değil, işleriyle anlamalıyız. Bu prensip bizler için de geçerlidir. Yani bizi değerlendirmek için bu yayını veya cümleleri okuyanlar, bizi; kendimiz hakkında söylediklerimizle değil, işlerimize, yapıp ettiklerimize bakarak değerlendirmelidirler. Kendi hakkımızda söylediklerimize ise merak edenler ilgi göstermelidir.
Devletin ve hükümetin ilkesizlikleri;
a. Belli bir inançtan olanları (sünni Müslüman) savunmak.
Bu inançtan olanlara her türlü devlet yardımı yapmak, onların ibadethanesini tanımak ve din adamlarını tanımak, yetiştirmek, maaş vermek, camiler için imar planlarında arsa veya devlet bütçesinden ödenek ayırmak…
Bu devlet sadece sünni Müslümanların devleti veya ulusu değildir. Din veya inancı ne olursa olsun tüm yurttaşlardan alınan vergiler vasıtasıyla oluşturulan bütçeden hiçbir dine veya inanca yardım edilmemeli, ödenek veya bütçe ayrılmamalıdır.
b. Semavi dinleri (Müslümanlık, Hristiyanlık, Yahudilik) tanımak ama birinci yanlışı da aşmadan tanımak.
Şehir imar planları yapılırken, “ibadethane” olarak ayrılan yerler, genellikle cami olarak kabul görmekte ve desteklenmektedir. Yani aslında semavi dinler de tanınmasına rağmen, devlet diğer semavi dinlerine uygun bir ibadethane yapmamaktadır. Şimdiye kadar diğer semavi dinlere mensup olan cemaatler, “bize kilise verin” şeklinde benzer bir talepte bulunmamıştır (varsa da biz duymadık),
c. Devlet ya da hükümet semavi dinler harici dinleri veya inançları tanımadığından dolayı onlara ibadethaneler açma gibi bir sorunu, bir sorun olarak dahi görmemektedir.
Bir ulus içinde yetmiş iki millet yaşamaktadır sözü gerçekten her toplum veya ulus için geçerli bir sözdür. Şu anda hareket halinde olan aleviler en göze batan inanç veya mezhep olarak öne çıkmaktadır ama gerçekten yetmişe varan inanç mensubu topluluk da var olan bir gerçekliktir. Henüz hareket halinde olmaması bu gerçekliği değiştirmez. Çünkü gerçeklik kendisini politik olarak dışa vurmamasına rağmen dip akıntılarının çağlayan olup akması sıkça görülen bir politik gerçekliktir. Bu gerçekliğin (tarihin) farkında olanlar, sorunu daha fazla acı veya kana yol açmadan çözmek zorundadırlar. Bizler bu sorumlulukla hareket etmeliyiz.
Projenin sorunları
a. Projenin hayata geçirildiği mekan eski çöplük olduğundan imara kapalı bir bölgedir. Yani yasadışı olarak Mamak Belediyesi tarafından imara açılmıştır. Bu mekanda eskiden var olan gecekondular yıkılmış ve başka bir yerde arsalar tahsis edilmiştir. Yapılaşmaya müsait olmayan bir yer imara açılarak önemli bir yanlış yapılmıştır. Bu yanlış eskiden var olan gecekondu sahipleri içinse önemli bir adaletsizlik olmaktadır. Öyle ya, madem burası imara uygundu, neden gecekondular yıkıldı, neden onların imara uygun konutlar yapılması engellendi? Şimdilik bu tür soruları soran da yok…
b. Mamak belediyesi bu projenin neresindedir, ne gibi yardımları olmuştur? Bu sorular da cevapsızdır. Yani imarda bir usulsüzlük yapıldığı ortadır, daha ne kadar usulsüzlük olmuştur, bu bilinmiyor. Hakkını yemeyelim, belki de Mamak Belediyesi, büyük ihtimal baskı altında bir imar tadilatı yapmıştır. Bu tür baskıları açıklamak da belediye’ye düşmektedir.
Bu proje sahipleri belki de belediye’den uygun bir fiyata arsayı satın almıştır? Eğer daha önceki yanlışları yok saysak bile bu soru da cevapsızdır. Büyük ihtimal proje sahipleri olan vakıflar (izzettin doğan ve fetullah hoca) arsa bedelinin çok çok altında bir değerle bu arsayı sahiplenmiş olabilirler. Bu durum da açığa kavuşmayı bekliyor.
Genel İlkeler
Biz laiklere göre, her hangi bir inanç sahibi veya dinsel topluluk parasını ödediği bir arsada dilediği projeyi hayata geçirebilir ve geçirmelidir. Yani bu proje sahipleri uygun gördükleri bir arsada devletin hiçbir yardımına başvurmadan, arsa satın alıp bütün giderlerini cemaat veya cemaatlerin karşılamasıyla, dilediği bir tapınak veya imarethaneyi, vs. bina edebilirler. Demokratik ve laik bir devlet bu hakkı bütün cemaat mensuplarına tanımak zorundadır ve bu özgürlük bakidir.
Yani isteyen yurttaşlar, başka inanç sahiplerini bir araya getirecek ibadethaneler veya bileşik yapılar bina edebilirler, açabilirler. Bunda karşı çıkılacak hiçbir şey yoktur. Öyleyse bu projeye karşı çıkanlar neden karşı çıkıyorlar, gerekçeleri nelerdir, şimdi bunlara bakalım!
Aleviler, “bizi yozlaştırıyorlar” diyerek karşı çıkmaktadırlar. Haklı olabilirler ki haklıdırlar ama bu gerekçe demokratik ve laik bir ulus-devlette “yozlaştırma hakkı” biçiminde olmasa da bütün yurttaşlar için bir hak olarak var olmalıdır. Yani bir topluluk başka bir topluluğu etkilemek için yayın yapabilir, düşüncelerini açıklayabilir velev ki bu düşünceler yanlıştır veya bir başkası için yozlaştırıcıdır. O zaman nasıl karşı çıkılacak, yasaklarla mı? Hayır! Bizler demokratik ve laikliği düşünceleri yasaklayarak koruyamayız. Bizler ancak bir inanç veya dinin, başka bir inanç veya dinin üzerinde baskı kurmasını engelleyen bir tutum geliştirmeliyiz. Bir cami veya kilise diğer din ve inançlar üzerinde baskı oluşturuyorsa o zaman devleti göreve çağırırız. Diyelim ki bir mahallede on kişi başına bir cami düşüyor, bu diğer inanç veya dinler üzerinde görsel bir baskı yaratabilir, ama buna karşı çıkılamaz. Bu camiler devlet tarafından yapıldığında veya hükümet bütçesiyle desteklendiğinde karşı çıkılır. Yani bin kişilik bir cemaat on kişi başına bir cami gelecek şekilde, toplam yüz cami inşa edebilir. Bizler buna karşı çıkmayız. Ama bu camiler, cemaat mensupları tarafından finanse edilmişse karşı çıkmayız. Bu nokta bizim temel prensibimiz olmalıdır.
Bu camilere görevli kılınan din mensupları da o cemaat tarafından o mevkiye getirilmelidir. Yani maaşları o cemaat tarafından karşılanmalı ve o cemaat tarafından yetiştirilmelidir. Zaten hakiki cemaat mensupları kendi içinden çıkan, din önderlerine veya inanç önderlerine saygı duyar. O işi para kazanmak için değil, cemaati eğitmek için yapan din mensupları ise çok çok geçmişlerde kaldı. Ama doğrusu da budur!
Bizim ulus devletimiz ise sadece sünni-hanefi din adamını yetiştiren okullar açmakta, bu okulları desteklemekte ve onları maaşla ödüllendirmektedir. Laik bir devlette bu işler yasaklanmalıdır!
Düşüncenin açıklanması başka bir düşünce üzerinde baskı demek değildir veya pek çok ibadethanenin olması veya bir partinin pek çok şubesinin olması, diğer partiler üzerinde bir baskı demek değildir. Sosyal veya bir tür mahalle baskısı türünde bir baskı olabilir ama bu kabul edilebilir bir baskıdır. Sosyal eşitlik konusu ise ancak ve ancak pozitif ayrımcılık prensibi ile düzeltilebilir. Yani şimdiye dek ezilen, hor görülen, aşağılanan veya yok sayılan din ve inançlar, tarihten gelen adaletsizlik (laiksizlik) nedeniyle bu haldedirler, o zaman bu cemaatlerden özür dilenmeli ve adaleti sağlamak için çoğunluk, bir diyet ödemelidir. Yani Sunni Hanefi cemaatlerin gönül rızasına bakılmaksızın, devlet; oluşturduğu bütçeden bu kesimlere belirli bir payı diyet olarak ödemelidir! Ve bu adalet ancak ezilen cemaatlerin sayıları oranında sağlanan bir diyetle sağlanabilir.
Bir dinin veya inancın propagandası başka bir inanç veya din üzerinde baskı oluşturmaz. Laik bir devlet bunu yasalarla güvence altına alır. Bizler düşünce ve inanç özgürlüğünün tutarlı savunucuları olmalıyız.
Bir cemaatten başka bir cemaate katılması veya topluluk değiştirmesi her zaman bir “baskı” veya “yozlaşma” olarak yorumlanmaya müsaittir. Ama bizler burada fiziki bir baskıdan veya yozlaştırmadan söz ediyoruz. Karşı durulması gereken kriter burasıdır. Diğer baskı çeşitleri (psikolojik, çevresel veya görsel) ise engellenmemelidir. Çünkü onlar başka bir diğerine göre dinsel, inançsal veya toplumsal gereklilik olarak yorumlanabilir. Bir topluluk o ulus-devlet içinde çoğunluk olma hakkına sahip olmalıdır. Bu da ancak düşünce ve inanç özgürlüğü ile sağlanır. (Burada bir parantez açarak demokratik asimilasyona –herkesi demokratlaştırmaya- karşı olmadığımızı belirtelim.)
Camiler aleviler için ve diğer inanç veya dinler için nasıl bir baskı oluşturmaktadır?
İfade ettik, sayılarının çokluğu değil, seslerin çokluğu veya seslerin baskısı ile… İşte karşı çıkılması gereken en önemli yer burasıdır. Günde beş vakit en yüksek sesle propaganda yapma hakkı başka hiçbir topluluğa bahşedilmemiştir. Bir ateist günde baş vakit en yüksek sesle “allah yoktur” şeklinde propaganda yapamaz. Oysa demokratik ve laik bir devlette bu hak da baki olmalıdır. Aynı şekilde bir alevi dedesi günde beş vakit en yüksek desibel sesle cem yapamaz. Oysa bu hak da bakidir. Ama sorun da tam olarak burada başlıyor. Bir ulus-devlette herkes aynı din ve inancı paylaşsaydı sorun olmazdı ama dünyanın hiçbir topluluğunda böyle bir durum yoktur, olamaz da… O zaman laik bir devlet işte bu propaganda hakkını sınırlar. Yani yüksek bir sesle ezan okunamaz, laik ve demokratik bir ulus-devlette… O cemaat sahipleri hiç kimseyi rahatsız etmeden bu işleri yapmalıdır. Bir cemaat her gün beş vakit miting düzenlememelidir. Bu yapıldığında ortalığın nasıl karışacağını bir düşünün! Günde beş vakit, çanlar çalıyor, üstelik en yüksek sesle! Veya en yüksek sesle her gün beş saat cem ayini yapılıyor! Bu durum hiç çekilmez! Bu durum tam bir ıstırap haline gelir, bütün yurttaşlar için…
Düşünün biz ateistler de günde beş vakit şehir meydanlarında miting yapıyoruz ve en yüksek sesle özgürlüğümüzü kullanmak istiyoruz. Bu durum bizler için de ıstırap olurdu… Bizler için olmasa bile diğerleri için tam bir işkence haline gelirdi. O yüzden bu tür işler (ibadetler) bir başka topluluğu rahatsız etmeden yapılmalıdır.
Yukarıdaki hakların ve özgürlüklerin gerçekleşmesi için çoğunluğun fedakarlığı gerekmektedir, daha doğrusu bu haklar ve özgürlükler çoğunluk cemaatler tarafından dile getirildiğinde bir anlam kazanır. Yoksa azınlık cemaatlerin çabası yeterli değildir. Yani alevilerin veya ateistlerin demokrat veya laik olması yetmez, Sünni Müslümanların demokrat ve laik olması gerekmektedir. Ve bu çoğunluğun demokratik ve laik bir programa çekilmesi ise başlı başına bir sorundur. (İleride bu konulara girme fırsatı bulabiliriz, belki.) Şimdilik şu söylenebilir; bir Müslümanın gerçekten bir Müslüman olması için din görevlilerini kendisi seçmelidir, devletin ibadet işlerine karışmamasını sağlamayı istemelidirler. Gerçek bir Müslüman, devletin din ve inanç işlerine karışmasına karşı çıkar. Ulusun veya devletin “türklük”le, “kürtlük”le, vb. etni soy sop ile tanımlamasına karşı çıkan bir Müslüman bu talebi dillendirdiği an bir Müslüman olmaktan çıkar, demokrat veya laik olmaya başlar. (Gerçek bir Müslüman olmanın zorunluluklarına ilerde değiniriz, inşallah!)
Akim kalan proje nasıl demokratik bir projeye dönüşebilir?
Mamak Belediyesi, Fetullah Gülen cemaati ile ilişkisini bitirmek istiyor. Tuzluçayır Mahallesi sakinleri için bu yapı nasıl kullanışlı bir mekana dönüşebilir? Şimdilik tartışılan konular bunlardır. Mahallede iki adet cemevi halihazırda bulunmakta olduğundan ve çoğunluğun ödemesi gereken diyet nedeniyle, bu yapı, alevi önderlerinin kullanımına açılmalıdır!
Pir Sultan Kültür Derneği ve Cemevi öncülüğünde bu yapı bir Kültür Merkezi olarak çalışabilir. Bütün inisiyatif bu Alevi Önderliğine bırakılmalıdır. Mal sahipliği elbette değişmeyecek ama kira, aidat benzeri hiçbir ödenti olmadan bu Kültür Merkezi tüm halka açılabilir.
Toplantılar için uygun salonlar mevcuttur. Bu salonlarda toplantı yapmak isteyen kurumlar, cüzi bir maddi katkı ile Kültür Merkezi’ni yaşatabilirler. Bu katkılar ve bağışlar Alevi Önderlerinin uhdesine verilmeli ortak bir kasada toplanmalıdır. Elektrik, su, doğal gaz, vb. giderler bu şekilde karşılanabilir. Her iki Alevi derneği işletmeci veya idareci olarak ortak bir yönetim oluşturabilir ve yönetim isteyen insanlara veya kurumlara da açık olmalıdır.
17.09.2014
Ali Ekber Güler
aliekberguler@gmail.com