“Bizler Cemaate
Karşı” değiliz.
Cemaate veya cemaatlere karşı olmak gibi bir saçmalık
düşünülemez. Cemaat demek topluluk demektir. Herhangi bir kişi bilir ki kendisi
bir topluluk yani cemaat üyesidir. Şu ulus dediğimiz şey bile bir cemaattir.
(nasıl bir cemaat olduğu ise ayrı bir yazının konusudur.)
Ama bu ifade ile söylenmek istenen şudur herhalde; “bizler
fetullah gülen cemaatine karşıyız”… Ama bu bile saçmalık olarak ortada durmaktadır.
Herkes bir başka cemaate karşı olabilir ama demokratik veya laik bir topluluk
demek olan ulus-devlet içinde bu karşı koyma demokratik ve laik bir muhalefetle
yapılmalıdır. Yani düşünce ve ifade özgürlüğü sonuna kadar savunularak
yapılmalıdır. Demokratik ve laik bir devlet hiçbir cemaati desteklemediği gibi
kendisini bir cemaate karşı olarak da konumlandıramaz. Laik ve demokratik bir
devlet bütün cemaatlere eşit mesafede durur ve onların düşünce ibadet
özgürlüklerini savunduğu kadar, propaganda yoluyla tüm topluluğu etkileme
hakkını da savunmalıdır.
Bahsettiğimiz ilkeli tartışmalar ileride de yapılmayacaktır.
O yüzden bu eksikliği kapatmak ve tartışmak için de hareket noktalarına yani duvarcı sicimlerine ihtiyaç vardır. Bu
soruna yaklaşım elbette ki son duruşmada politik
olmak durumundadır ama bizim politiğimiz başka, elin politiği başkadır. Bizim
politiğimize duvarcı sicimleri dediğimiz yaklaşımlar veya düşünceler ve–veya prensiplerimiz
damgasını basar. Eğer politikamız bu düşüncelerden yoksun ise o zaman geriye
sadece anarşi kalır. Yani devlet veya hükümet ne yaparsa yapsın, yanlış olarak
görenler tarafından (muhalefet) eleştirilecek veya karşı çıkılacaktır. Burada
bir sorun yoktur ama önemli bir eksiklik vardır; iktidarın (devlet-hükümet)
yaptığı yanlış neden yanlış olmaktadır ve yanlış nasıl düzeltilir veya düzeltme
umudu yoksa nasıl yıkılır? Bu yanlışa nasıl doğru bir cevap üretilir? Veya en
basit insana, “sen hükümet olsaydın, ne yapardın?”gibi sorular peşpeşe
sıralanabilir ve bizler de bunu yapmaya çalışacağız.
Bilindiği gibi, projenin sahipliğini Fetullah Gülen ve
İzzettin Doğan yapmaktadır ve hükümetin de devletin de belediyenin de
desteklediği bu proje; her şeyden önce bir prensibin yokluğu ile açıklanabilir
veya bu prensiple eleştirilebilir; LAİKLİK…
Öyleyse o zaman ilk
önce “laiklik nedir?” diye soralım ve laikliği tanımlamaya çalışalım;
a. Laiklik, devletin
din ve inanç işlerine karışmamasıdır.
Kabul edelim ki yukarıdaki tanım en çok yaygın kabul gören
tanımdır. Yaygın olduğu kadar da yanlış aktarılan ve öğretilen bir tanımdır.
Yukarıdaki tanım tam olarak gerici ulusçuların tanımıdır. Aslında devlet, din
ve inanç işlerine karışmak zorundadır zaten karışmaktadır da… Yani aslında iki
kere yanlış yapılmakta veya iki kere yanlış kabul görmektedir. Laik bir
devlette laiklik tanımı aşağıdaki gibi olmalıdır;
a. Laiklik,
insanların din ve inanç özgürlüklerini, dilediği şekilde ibadet etme
özgürlüğünü anayasal bir yurttaşlık hakkı olarak kabul eden ulusçuluktur.
Bu hakkın her türlü ihlalinde ise devlet bu işlere karışmak
zorundadır. Yani diyelim ki bir inanç mensubu olanlar ile başka bir inanç
mensubu olanlar arasında bir husumet veya olay oldu. Veya bir inanç mensubu
olan kesim, başka inanç mensuplarının fiziki şiddet veya tacizine uğradı veya
baskı altında olduğunu ifade etti… İşte bu zamanlarda devlet gerçekten laik ise;
o baskı uygulayan, taciz eden veya şiddet uygulayan inanç sahiplerini
cezalandırmak zorundadır. Laik devletin görevi de budur zaten… “Ben din ve
inanç işlerine karışmam” diyen bir devlet yeryüzünde yoktur. Şu veya bu şekilde
din veya inançlar üzerinde bir hukuk vardır. Bu hukuk en son tahlilde bürokrasi
ve militarizm demek olan devletin ve-veya ulusun hukukudur, anayasası ve ceza
yasalarıdır.
Yukarıda yaptığımız tanım laikliğin ne olduğu konusunda bize
ancak bir fikir verebilir ama laikliği tam olarak tanımlamak için bu tanımı
diğer belirleyenlere (topluluklara) de yaymak gerekir.
b. Laiklik,
insanların ırkı, dili, cinsi, kültürü, tarihi, vs. ne olursa olsun, devletin
veya ulusun bu kriterlerle tanımlanmaması ve kendisini bu kriterlerle
tanımlayan (gerici ulusçuluk) topluluklar karşısında olması demektir de…
“a” şıkkıyla tanımladığımız laiklik yalnızca devletin din ve
inançlar karşısındaki tarafsızlığına dair düşünceler veya prensiplerdir. Ama bu
tanım bile kendi içinde eksiktir. Bu eksiklik “b” şıkkıyla birlikte
düşünüldüğünde gerçekten laik bir
tanıma ulaşırız. Fakat bu bahis şimdilik başka bir yazının konusu olarak es
geçilebilir. Çünkü konumuz yukarıda bahsedilen proje ile ilgili olmakla
sınırlandırılmıştır. O yüzden bizler “a” şıkkında bahsedilen prensibi akılda
tutarak düşüncelerimizi ifade ediyoruz.
O halde devletimiz
veya hükümetimiz her iki bağlamda da laik değildir.
Birinci bağlamda (devlet din ve inançlar konusunda tarafsız
olmalıdır) konusunda ezelden beri laik olmamaktadır. Hani şu CHP geleneği
denilen devlet geleneği tüm tarihi boyunca laik olmamıştır. İlk önce din
işlerini kontrol altında tutmak için Diyanet gibi bir kurum yaratmıştır. Ve
bunlar her adımda da “demokratik, laik,
sosyal bir hukuk devleti” nden yana olmakla böbürlenip durmaktadır.
“İştir kişinin ainesi
lafa bakılmaz” diye bir söz vardır, yani biz birini anlamak istediğimizde
onun söylediklerine değil, işlerine bakarız. Bir toplumu, sınıfı, partiyi,
gazeteyi, vs. kendisi hakkında söyledikleriyle değil, işleriyle anlamalıyız. Bu
prensip bizler için de geçerlidir. Yani bizi değerlendirmek için bu yayını veya
cümleleri okuyanlar, bizi; kendimiz hakkında söylediklerimizle değil,
işlerimize, yapıp ettiklerimize bakarak değerlendirmelidirler. Kendi hakkımızda
söylediklerimize ise merak edenler ilgi göstermelidir.
Devletin ve hükümetin
ilkesizlikleri;
a. Belli bir inançtan
olanları (sünni Müslüman) savunmak.
Bu inançtan olanlara her türlü devlet yardımı yapmak,
onların ibadethanesini tanımak ve din adamlarını tanımak, yetiştirmek, maaş
vermek, camiler için imar planlarında arsa veya devlet bütçesinden ödenek
ayırmak…
Bu devlet sadece sünni Müslümanların devleti veya ulusu
değildir. Din veya inancı ne olursa olsun tüm yurttaşlardan alınan vergiler
vasıtasıyla oluşturulan bütçeden hiçbir dine veya inanca yardım edilmemeli,
ödenek veya bütçe ayrılmamalıdır.
b. Semavi dinleri
(Müslümanlık, Hristiyanlık, Yahudilik) tanımak ama birinci yanlışı da aşmadan
tanımak.
Şehir imar planları yapılırken, “ibadethane” olarak ayrılan
yerler, genellikle cami olarak kabul görmekte ve desteklenmektedir. Yani
aslında semavi dinler de tanınmasına rağmen, devlet diğer semavi dinlerine uygun
bir ibadethane yapmamaktadır. Şimdiye kadar diğer semavi dinlere mensup olan
cemaatler, “bize kilise verin” şeklinde benzer bir talepte bulunmamıştır (varsa
da biz duymadık),
c. Devlet ya da
hükümet semavi dinler harici dinleri veya inançları tanımadığından dolayı
onlara ibadethaneler açma gibi bir sorunu, bir sorun olarak dahi görmemektedir.
Bir ulus içinde yetmiş iki millet yaşamaktadır sözü
gerçekten her toplum veya ulus için geçerli bir sözdür. Şu anda hareket halinde
olan aleviler en göze batan inanç veya mezhep olarak öne çıkmaktadır ama
gerçekten yetmişe varan inanç mensubu topluluk da var olan bir gerçekliktir.
Henüz hareket halinde olmaması bu gerçekliği değiştirmez. Çünkü gerçeklik
kendisini politik olarak dışa vurmamasına rağmen dip akıntılarının çağlayan
olup akması sıkça görülen bir politik gerçekliktir. Bu gerçekliğin (tarihin)
farkında olanlar, sorunu daha fazla acı veya kana yol açmadan çözmek
zorundadırlar. Bizler bu sorumlulukla hareket etmeliyiz.
Projenin sorunları
a. Projenin hayata geçirildiği mekan eski çöplük olduğundan
imara kapalı bir bölgedir. Yani yasadışı olarak Mamak Belediyesi tarafından imara
açılmıştır. Bu mekanda eskiden var olan gecekondular yıkılmış ve başka bir
yerde arsalar tahsis edilmiştir. Yapılaşmaya müsait olmayan bir yer imara
açılarak önemli bir yanlış yapılmıştır. Bu yanlış eskiden var olan gecekondu
sahipleri içinse önemli bir adaletsizlik olmaktadır. Öyle ya, madem burası
imara uygundu, neden gecekondular yıkıldı, neden onların imara uygun konutlar
yapılması engellendi? Şimdilik bu tür soruları soran da yok…
b. Mamak belediyesi bu projenin neresindedir, ne gibi
yardımları olmuştur? Bu sorular da cevapsızdır. Yani imarda bir usulsüzlük
yapıldığı ortadır, daha ne kadar usulsüzlük olmuştur, bu bilinmiyor. Hakkını yemeyelim,
belki de Mamak Belediyesi, büyük ihtimal baskı altında bir imar tadilatı
yapmıştır. Bu tür baskıları açıklamak da belediye’ye düşmektedir.
Bu proje sahipleri belki de belediye’den uygun bir fiyata
arsayı satın almıştır? Eğer daha önceki yanlışları yok saysak bile bu soru da
cevapsızdır. Büyük ihtimal proje sahipleri olan vakıflar (izzettin doğan ve
fetullah hoca) arsa bedelinin çok çok altında bir değerle bu arsayı sahiplenmiş
olabilirler. Bu durum da açığa kavuşmayı bekliyor.
Genel İlkeler
Biz laiklere göre, her hangi bir inanç sahibi veya dinsel
topluluk parasını ödediği bir arsada dilediği projeyi hayata geçirebilir ve
geçirmelidir. Yani bu proje sahipleri uygun gördükleri bir arsada devletin
hiçbir yardımına başvurmadan, arsa satın alıp bütün giderlerini cemaat veya
cemaatlerin karşılamasıyla, dilediği bir tapınak veya imarethaneyi, vs. bina
edebilirler. Demokratik ve laik bir devlet bu hakkı bütün cemaat mensuplarına
tanımak zorundadır ve bu özgürlük bakidir.
Yani isteyen yurttaşlar, başka inanç sahiplerini bir araya
getirecek ibadethaneler veya bileşik yapılar bina edebilirler, açabilirler.
Bunda karşı çıkılacak hiçbir şey yoktur. Öyleyse bu projeye karşı çıkanlar
neden karşı çıkıyorlar, gerekçeleri nelerdir, şimdi bunlara bakalım!
Aleviler, “bizi
yozlaştırıyorlar” diyerek karşı çıkmaktadırlar. Haklı olabilirler ki
haklıdırlar ama bu gerekçe demokratik ve laik bir ulus-devlette “yozlaştırma hakkı” biçiminde olmasa da bütün
yurttaşlar için bir hak olarak var olmalıdır. Yani bir topluluk başka bir
topluluğu etkilemek için yayın yapabilir, düşüncelerini açıklayabilir velev ki
bu düşünceler yanlıştır veya bir başkası için yozlaştırıcıdır. O zaman nasıl
karşı çıkılacak, yasaklarla mı? Hayır! Bizler demokratik ve laikliği
düşünceleri yasaklayarak koruyamayız. Bizler ancak bir inanç veya dinin, başka
bir inanç veya dinin üzerinde baskı kurmasını engelleyen bir tutum
geliştirmeliyiz. Bir cami veya kilise diğer din ve inançlar üzerinde baskı
oluşturuyorsa o zaman devleti göreve çağırırız. Diyelim ki bir mahallede on
kişi başına bir cami düşüyor, bu diğer inanç veya dinler üzerinde görsel bir
baskı yaratabilir, ama buna karşı çıkılamaz. Bu camiler devlet tarafından
yapıldığında veya hükümet bütçesiyle desteklendiğinde karşı çıkılır. Yani bin
kişilik bir cemaat on kişi başına bir cami gelecek şekilde, toplam yüz cami
inşa edebilir. Bizler buna karşı çıkmayız. Ama bu camiler, cemaat mensupları
tarafından finanse edilmişse karşı çıkmayız. Bu nokta bizim temel prensibimiz
olmalıdır.
Bu camilere görevli kılınan din mensupları da o cemaat
tarafından o mevkiye getirilmelidir. Yani maaşları o cemaat tarafından
karşılanmalı ve o cemaat tarafından yetiştirilmelidir. Zaten hakiki cemaat
mensupları kendi içinden çıkan, din önderlerine veya inanç önderlerine saygı
duyar. O işi para kazanmak için değil, cemaati eğitmek için yapan din
mensupları ise çok çok geçmişlerde kaldı. Ama doğrusu da budur!
Bizim ulus devletimiz ise sadece sünni-hanefi din adamını
yetiştiren okullar açmakta, bu okulları desteklemekte ve onları maaşla
ödüllendirmektedir. Laik bir devlette bu işler yasaklanmalıdır!
Düşüncenin açıklanması başka bir düşünce üzerinde baskı
demek değildir veya pek çok ibadethanenin olması veya bir partinin pek çok
şubesinin olması, diğer partiler üzerinde bir baskı demek değildir. Sosyal veya
bir tür mahalle baskısı türünde bir
baskı olabilir ama bu kabul edilebilir bir baskıdır. Sosyal eşitlik konusu ise ancak ve ancak pozitif ayrımcılık prensibi ile
düzeltilebilir. Yani şimdiye dek ezilen, hor görülen, aşağılanan veya yok
sayılan din ve inançlar, tarihten gelen adaletsizlik (laiksizlik) nedeniyle bu
haldedirler, o zaman bu cemaatlerden özür dilenmeli ve adaleti sağlamak için
çoğunluk, bir diyet ödemelidir. Yani
Sunni Hanefi cemaatlerin gönül rızasına bakılmaksızın, devlet; oluşturduğu bütçeden bu kesimlere belirli bir payı diyet olarak
ödemelidir! Ve bu adalet ancak ezilen cemaatlerin sayıları oranında
sağlanan bir diyetle sağlanabilir.
Bir dinin veya inancın propagandası başka bir inanç veya din
üzerinde baskı oluşturmaz. Laik bir devlet bunu yasalarla güvence altına alır.
Bizler düşünce ve inanç özgürlüğünün tutarlı savunucuları olmalıyız.
Bir cemaatten başka bir cemaate katılması veya topluluk değiştirmesi
her zaman bir “baskı” veya “yozlaşma” olarak yorumlanmaya müsaittir. Ama bizler
burada fiziki bir baskıdan veya yozlaştırmadan söz ediyoruz. Karşı durulması
gereken kriter burasıdır. Diğer baskı çeşitleri (psikolojik, çevresel veya
görsel) ise engellenmemelidir. Çünkü onlar başka bir diğerine göre dinsel,
inançsal veya toplumsal gereklilik olarak yorumlanabilir. Bir topluluk o
ulus-devlet içinde çoğunluk olma hakkına sahip olmalıdır. Bu da ancak düşünce
ve inanç özgürlüğü ile sağlanır. (Burada bir parantez açarak demokratik asimilasyona –herkesi
demokratlaştırmaya- karşı olmadığımızı belirtelim.)
Camiler aleviler için
ve diğer inanç veya dinler için nasıl bir baskı oluşturmaktadır?
İfade ettik, sayılarının çokluğu değil, seslerin çokluğu
veya seslerin baskısı ile… İşte karşı çıkılması gereken en önemli yer
burasıdır. Günde beş vakit en yüksek sesle propaganda yapma hakkı başka hiçbir
topluluğa bahşedilmemiştir. Bir ateist günde baş vakit en yüksek sesle “allah yoktur” şeklinde propaganda
yapamaz. Oysa demokratik ve laik bir devlette bu hak da baki olmalıdır. Aynı
şekilde bir alevi dedesi günde beş vakit en yüksek desibel sesle cem yapamaz.
Oysa bu hak da bakidir. Ama sorun da tam olarak burada başlıyor. Bir
ulus-devlette herkes aynı din ve inancı paylaşsaydı sorun olmazdı ama dünyanın
hiçbir topluluğunda böyle bir durum yoktur, olamaz da… O zaman laik bir devlet
işte bu propaganda hakkını sınırlar. Yani yüksek bir sesle ezan okunamaz, laik
ve demokratik bir ulus-devlette… O cemaat sahipleri hiç kimseyi rahatsız
etmeden bu işleri yapmalıdır. Bir cemaat her gün beş vakit miting
düzenlememelidir. Bu yapıldığında ortalığın nasıl karışacağını bir düşünün!
Günde beş vakit, çanlar çalıyor, üstelik en yüksek sesle! Veya en yüksek sesle
her gün beş saat cem ayini yapılıyor! Bu durum hiç çekilmez! Bu durum tam bir
ıstırap haline gelir, bütün yurttaşlar için…
Düşünün biz ateistler de günde beş vakit şehir meydanlarında
miting yapıyoruz ve en yüksek sesle özgürlüğümüzü kullanmak istiyoruz. Bu durum
bizler için de ıstırap olurdu… Bizler için olmasa bile diğerleri için tam bir
işkence haline gelirdi. O yüzden bu tür işler (ibadetler) bir başka topluluğu
rahatsız etmeden yapılmalıdır.
Yukarıdaki hakların ve özgürlüklerin gerçekleşmesi için
çoğunluğun fedakarlığı gerekmektedir, daha doğrusu bu haklar ve özgürlükler
çoğunluk cemaatler tarafından dile getirildiğinde bir anlam kazanır. Yoksa
azınlık cemaatlerin çabası yeterli değildir. Yani alevilerin veya ateistlerin
demokrat veya laik olması yetmez, Sünni Müslümanların demokrat ve laik olması
gerekmektedir. Ve bu çoğunluğun demokratik ve laik bir programa çekilmesi ise
başlı başına bir sorundur. (İleride bu konulara girme fırsatı bulabiliriz,
belki.) Şimdilik şu söylenebilir; bir Müslümanın gerçekten bir Müslüman olması
için din görevlilerini kendisi seçmelidir, devletin ibadet işlerine
karışmamasını sağlamayı istemelidirler. Gerçek bir Müslüman, devletin din ve
inanç işlerine karışmasına karşı çıkar. Ulusun veya devletin “türklük”le,
“kürtlük”le, vb. etni soy sop ile tanımlamasına karşı çıkan bir Müslüman bu
talebi dillendirdiği an bir Müslüman olmaktan çıkar, demokrat veya laik olmaya
başlar. (Gerçek bir Müslüman olmanın zorunluluklarına ilerde değiniriz,
inşallah!)
Akim kalan proje nasıl demokratik bir projeye dönüşebilir?
Mamak Belediyesi, Fetullah Gülen cemaati ile ilişkisini
bitirmek istiyor. Tuzluçayır Mahallesi sakinleri için bu yapı nasıl kullanışlı
bir mekana dönüşebilir? Şimdilik tartışılan konular bunlardır. Mahallede iki
adet cemevi halihazırda bulunmakta olduğundan ve çoğunluğun ödemesi gereken
diyet nedeniyle, bu yapı, alevi önderlerinin kullanımına açılmalıdır!
Pir Sultan Kültür Derneği ve Cemevi öncülüğünde bu yapı bir
Kültür Merkezi olarak çalışabilir. Bütün inisiyatif bu Alevi Önderliğine
bırakılmalıdır. Mal sahipliği elbette değişmeyecek ama kira, aidat benzeri
hiçbir ödenti olmadan bu Kültür Merkezi tüm halka açılabilir.
Toplantılar için uygun salonlar mevcuttur. Bu salonlarda
toplantı yapmak isteyen kurumlar, cüzi bir maddi katkı ile Kültür Merkezi’ni
yaşatabilirler. Bu katkılar ve bağışlar Alevi Önderlerinin uhdesine verilmeli
ortak bir kasada toplanmalıdır. Elektrik, su, doğal gaz, vb. giderler bu
şekilde karşılanabilir. Her iki Alevi derneği işletmeci veya idareci olarak ortak
bir yönetim oluşturabilir ve yönetim isteyen insanlara veya kurumlara da açık
olmalıdır.
17.09.2014
Ali Ekber Güler
aliekberguler@gmail.com