1 Aralık 2014 Pazartesi

HDK-HDP TARTIŞMASI ÜZERİNE (Muhsin Dalfidan’a Yorum)




"1- HDK-HDP üzerinde yürütülen son dönem tartışmalar bir yana, genel olarak HDK ve HDP gerekli midir?” (M. Dalfidan)
Bu madde içinde üç bent halinde ele aldığınız konulara yaklaşımınız doğrudur. İkinci bent kendi içinde sorunludur. Bu bentte “sınıf mücadelesiyle devrimci demokrasi mücadelesi” iki ayrı ve fakat birleştirilmesi zorunlu mücadeleler olarak ortaya konulmuştur. Aslında sınıf mücadelesi ve devrimci demokrasi mücadelesi birbirinden farklı mücadeleler değildir. Siz sınıf mücadelesini “ekonomik” alanla sınırlamadığınız durumda politik olduğu apaçık bir gerçektir, sınıflar mücadelesi nesnel bir durum olduğuna göre iktidar veya siyasal alandan ayrı düşünülemez. Bizler ekonomist değiliz, her sınıf mücadelesi iktidar ile ilişkilendirilir ve bu bakımdan devrimci demokrasi ile doğrudan ilişkilidir.
Fakat siz bunlardan bahsetmiyorsunuz, kavramları başka anlamlarda kullanıyorsunuz. Şunu demek istiyorsunuz: Bizler sınıf mücadelesi veriyoruz, kürtler de devrimci demokrasi mücadelesi… ve ekliyorsunuz: bu ikisi birleştirilmelidir. Kullandığınız kavramlar doğru değil. Günümüzde hiçbir mücadele nesnel olarak sınıflardan bağımsız olamaz. Bu bütün Marksistlerin bildiği bir gerçektir. Sınıflar mücadelesi nesneldir ve bu nesnellik (gerçeklik) üzerinde hareket eden özneler (partiler, hareketler) vardır.
(Devrimci demokrasi, Radikal demokrasi veya genel olarak demokrasi konusu ilerde ele alınacaktır.)
“2- Genel olarak HDK-HDP’nin gerekliliği tartışma götürmez. Ancak HDP seçim partisi olarak kurulmuşken, seçimlerden sonra HDP’nin seçim partisi olarak devam etmemesi gerektiği/edemeyeceğinde ortaklaşılmış görünüyor. Bunun nedeni nedir?” (M. Dalfidan)
Göründüğü kadarıyla HDP, HDK’nin önüne geçmiştir. Bu durum doğal (nesnel) bir gerçektir. Çünkü HDK gibi meclislere dayanan bir yapı ve adı kongre olan bir yapı devrimci mücadelenin en zirve noktalarında oluşur. Dünyanın her yerinde de böylesi yükselişler sırasında kendiliğinden oluşur. Bizde ise farklı bir gelişme göstermiştir. HDK kitleler tarafından değil, kitlelerin politik öncülüğüne soyunan politik örgütlenmeler eliyle kurulmuş olduğundan böylesi sorunlar yaşanmaktadır. Aslında HDK gerçek bir kongre de değildir. Öyle olmadığından, HDK de gerçek bir parti olmamıştır. Yani doğum Kürt Özgürlük Hareketi’nin zorlaması sonucu Kıvılcımlı’nın deyişiyle “devrim zorlaması ve demokratik zortlama” biçiminde olmuştur.
(Meclis konusu ilerdeki bahislerde tekrar ele alınıyor.)
“3-Asıl olan HDK ise, HDP’nin seçim partisi olarak kalması daha doğru değil midir?” (M. Dalfidan)
HDP seçim partisi olarak kurulmamıştır en azından bizler böyle bilmiyorduk. Seçimler yaklaşırken kurulmuş olması bu partiyi seçim partisi yapmaz. Bu varsayıma göre kitlelere yalan söylenmiştir çünkü HDP program ve tüzüğünde bu manada hiçbir şey yoktur. Eğer bir seçim partisi ise bu programında yazardı ve uzun uzun program ve tüzük tartışmasına da gerek kalmazdı.
HDP bir seçim partisi olarak da örgütlenebilirdi ama bu kitleler açık açık söylenmeliydi. Ve bu açıklık seçim bildirgesinde açık açık yer almalıydı. Bu açıdan bakıldığında Bürokrasi kaçınılmaz olarak hakim konuma gelir. Çünkü partiyi kontrol kaçınılmazdır. Ve aslında parti önderliği de yoktur çünkü bürokrasinin olduğu yerde önderler değil, bürokratik tüzükler olur. (Başımıza gelen belalar da bundandır.)
HDK ilk önce cinleri (siz bunları “bileşenler” biçiminde okuyun!) toplamış ve sonrasında bunlardan kurtulamamıştır. Kendimize dışardan baktığımızda görünen durum budur!
 (Bileşenler ve özelde SYKP ile HDP-HDK ilişkisi üzerinde durulacaktır.)
“4-Demokrasi, demokratik hak ve özgürlükler, radikal demokrasi ve devrimci demokrasi nedir?” (M. Dalfidan)
Bu bağlamlarda ele alınan kavramlarda tam bir karışıklık söz konusudur. Muhsin arkadaş bu kavramlara açıklık getirmek istemektedir ama bu kavramları kimler öyle kullanmaktadır ve Muhsin kimleri eleştirmekte veya katkılar sunmaktadır bilemiyoruz. Bahsedilen kavramlar Marksizm içinde farklı anlamlara sahiptir. Her şeyden önce demokrasi bir devlet biçimidir ve burjuvazi demokrasi savaşımını bırakalı epey zaman geçmiştir.
Marksizmde Paris Komünü ve Sovyet deneyi vardır en çok bilinen… Paris Komünü ve Sovyetler Birliği demokratik bir cumhuriyettir. Demokratik cumhuriyet ile Proletarya Diktatörlüğü aynı şeydir. Bunlar sanki iki farklı devlet biçimi imiş gibi konulmaktadır. Bakınız Marks, Engels, Lenin vb önderlerimiz “proletarya diktatörlüğünü görmek mi istiyorsunuz? –Paris Komünü’ne bakın!” sözünü tekrar tekrar ikrar etmiş olmalarına rağmen bu farklı kavrayışlar günümüzde gittikçe karmaşık hale getirilmektedir. Bu özellikle yapılmaktadır çünkü hiçbir yaklaşım sınıflardan bağımsız değildir. Yani varlık düşünceyi belirler, son tahlilde…
Biz Marksistler başka türlü bir devlet biçimini savunmayız. Ama gerici bir diktatörlük (kendini bir etniyle, kanla, soyla, ırkla vb. tanımlayan faşizm veya kendini bir dinle tanımlayan devlet biçimleri de faşizm olarak değerlendirilebilir) karşısında en kötü burjuva demokrasisini de savunuruz. (Gericilik vardır –kendini kültürle, tarihle, coğrafyayla, dille tanımlayan ulus-devlet- bir de çifte kavrulmuş gericilik –kendini, bir etni ile, dinle tanımlayan ulus-devlet) vardır. Bizler bu tip ulus-devletleri de gerici olarak görmekten vaz geçmeyiz ve programımızda bunların yıkılmasını söyleriz ama en kötüsü karşısında kötünün iyisini seçtiğimizi açık olarak söyleriz. Nitekim Rojava’da karşılaştığımız durum budur. Şimdilik Barzani veya ABD ve veya AB ile zorunlu bir ittifak kurmuşuzdur. Ölmemek için paramızı veya malımızı vermişizdir. Politik hareketler böylesi geri çekilmeler yaşarlar ama bu geri çekilmeleri de açık bir dil (taktik) ile kitlelerin önüne konulmalıdır.
Radikal Demokrasi de bu bağlamda konulmalıdır. Siz ortalıkta dolaşan Radikal Demokrasi ile Marksist Radikal Demokrasi arasındaki farkı her adımda ortaya koymalısınız. Bizce Radikal Demokrasi ile Demokratik Cumhuriyet veya Proletarya Diktatörlüğü aynı şeylerdir.
Chantal Mouffe ve Habermas’tan Laclau’ya; Negri’den Öcalan’a kadar diğer bütün demokrasi projeleri bu ilişkiyi ters yüz etmekte ve demokrasiyi bir rejim; bir yönetim biçimi olarak tanımlamaktadır. Onlar toplulukların (Ulusların) eşitliğini savunmaktadırlar. Radikal veya gerçek demokrasi ise bu eşitliğin ancak ulusların politik alanın dışına atılmasıyla sağlanabileceğini savunur.
Bu bahis birkaç fırça darbesi ile anlatılamayacak denli derinliklidir ve Muhsin yoldaşımız da bir Marksist olarak bunun farkındadır. Şimdilik bu bahse bir ara verelim ve Radikal Demokrasi üzerine yapılan tartışmalara Google üzerinden ulaşılabileceğini ifade etmekle yetiniyoruz.
“5- Kürt sorunu öncelikli sorun değil mi? Öyle ise, öncelikle Kürt sorununun çözümü ve bunun için HDP’nin esas olarak Kürt sorunu merkezli bir devrimci demokrasi mücadelesinin öznesi olması uygun olan değil midir?” (M. Dalfidan)
Bu maddede ele alınan yaklaşımlar genel olarak doğrudur. PKK “Kürt Sorunu”nu Demokratik Cumhuriyet veya aynı anlamda bir Radikal Demokrasi ile çözüme kavuşturmak istemektedir. Bu bir demokratik devrim demektir. Ve her devrim devletin yıkılması ve demokratik bir temel üzerine yeniden kurulmasını programlaştırmak zorundadır. Mevcut yasalar içinde bu açık bir dille söylenmeyebilir ama uygun bir dil her zaman bulunur. Amaç devletin dönüştürülmesi veya reformlar değil, devrimdir. Değiştirmek istiyorsanız bu zorunluluk bütün kitleler önüne açık biçimde konulmalıdır. Aşağıya aktarılan cümle ile aslında söylenmek istenen budur!
“Demokratik çözüm, ancak egemen ulus ve devletin topyekûn demokratikleşmeye zorlanması ve sağlanmasıyla mümkün olacaktır.” (M. Dalfidan)
Hiçbir sosyal hareket kendi öznelerinin gücüyle başarıya veya zafere ulaşamaz. Bu da tarihin bize öğrettiği acı bir derstir. Bu gerçeklik işçi sınıfı yanında yer alan tüm Marksistler açısından öğrenilmesi gereken ilk derstir. Bu dersi ilk önce Öcalan “Kürt Sorunu” bağlamında idrak etmiş ve bilince çıkarmıştır. O yüzden yeni bir stratejik hamleyi Demokratik Cumhuriyet olarak yapmak zorunda kalmıştır. İşçiler, işçi sınıfının çıkarlarını savunarak iktidara gelemezler, bunun için tüm ezilenleri aynı bayrak (program) altında bir araya getirmeleri gerekir. Bu durumda o hareket veya parti bir işçi sınıfı partisi veya işçi hareketi olmaktan çıkar, çıkmak zorunda kalır. (Bu sorun o yüzden Marksizmin bir sorunu haline gelir.)
Bu bakış açısıyla görüşlerimizi tekrar ifade edelim: “Kürt Sorunu” biz Marksistlerin öncelikli sorunu değildir, bizim öncelikli sorunumuz “Türk Sorunu” olmalıdır. Kısaca amacımızı (programımızı) ifade edelim: Ulusun veya Devletin Türklükle tanımlanmasına son vermek…
Eğer bu sorunu öncelikli olarak çözersek o zaman bütün ezilenler bizi takip eder. PKK’nin temsil ettiği yoksul köylüler ve işçiler de öyle… Türk Sorunu olduğu için Kürt Sorunu vardır. Bu devlet yada ulus kendini Türklükle tanımladığı için Kürt Sorunu, Ermeni Sorunu, Azınlıklar Sorunu veya Aleviler Sorunu vardır. O yüzden bütün muhalefet bu amaçla hareket etmek zorundadır, aksi halde hiçbir sorun çözülemez.
“6- Sadece Kürt sorununun demokratik çözümünün gerçekleştiği diğer yönleriyle otoriter ve totaliter bir devlet yapısının devam ettiği bir durumun mümkün olmadığı açıktır. Dolayısıyla Kürt sorunuyla sınırlı bir demokrasi mücadelesinin gerçekçi ve başarısının mümkün olmadığını görüyoruz. Ama HDP’nin topyekûn devrimci demokrasi mücadelesinin öznesi olacak bir parti olarak örgütlenmesinin ve diğer bileşen partilerin HDP içine tam boy girerek ve gömülerek sönümlenmelerinin ne sakıncası olabilir? Olması gereken bu değil midir?” (M. Dalfidan)
Yukarıda ele alınan bahis iki kısımda ele alınmalıdır. Birinci cümle içinde özneler ve çıkış konusunu 5. Madde içinde vermiş durumdayız. Gelelim ikinci kısımda söylenenlere yani, “diğer bileşen partilerin HDP içine tam boy girerek ve gömülerek sönümlenmeleri…” meselesine…
Biz Marksistler hiçbir bileşenin sönümlenmesine karşı değilizdir. Tüm partiler sönümlenmelidir, HDP de sönümlenmelidir. Ama Muhsin yoldaşımız HDP içinde sönümlenmeyi kastetmektedir. Bu kasıtta olanlar var mıdır, bilmiyoruz. Kimlerdir bunlar? Eğer bilenlerimiz varsa yardımcı olsunlar.  “bu savunu sahiplerinin başında HDP içindeki bağımsız özneler gelmektedir” diye açıklıyor Muhsin yoldaş…
Bu bağımsız özneleri tanımıyorum. Ayrıca şu BAĞIMSIZ ÖZNE ile anlatılmak istenen nedir? HDP içinde partili olmayanlar mı vardır? Bu nasıl olur? Bir özne eğer partili ise bağımsız olamaz ki?!
BİR PROTESTO
HDP’li HDK’li OLANLAR ASLA BAĞIMSIZ DEĞİLDİR. BU ÜYELERE BİR HAKARET olmasında öte eşyanın tabiatına, bilime (sosyoloji olarak marksizme) İHANET  olmaktadır. Derhal bu tutumdan ve belirlemelerden vazgeçilmelidir. Çünkü bileşenler bütün muhalefet karşısında henüz azınlıktırlar ve bütün muhalefet bir araya geldiğinde ve gelmesi isteniyorsa bütün bağımsızlar HDP içinde yer almaları ile mümkündür.
Şu gerçeği ortaya koyalım: hiçbir bileşen üye tabanını genişletememektedir. Ve HDK-HDP içinde yer alan bileşenler bunun suçunu Kürtlere atmaktadır. Aslında “Herkes HDP’ye!” başlığı ile kaleme alınan yazımızda bu varsayımları eleştirmiştik. Benzer varsayımı burada da görmekteyiz. Bu varsayımlar temelde metafiziktirler, şöyle ki bu varsayımlara göre “bilinç, varlığı belirlemektedir”.  Muhsin yoldaşımızın üç bent halinde sıraladığı yaklaşım tamamen metafiziktir.
  “a-Komünist görüşlere sahip olmamak dolayısıyla komünizm mücadelesi diye bir sorunu olmamak.  Sadece demokrat olmaktır. (Bunun suçlama konusu olacak bir durum olmadığını, doğal ve meşru bir tercih olduğunu belirtmek isterim.)
b-Komünizmi ütopya olarak anlamlı bulmak ama değişik gerekçelerle gerçekleşme ihtimaline inanmamak.
c-Demokrasi mücadelesi ile sınıf-komünizm mücadelesi arasında ardıl bir ilişki kurmak. Önce demokrasi mücadelesini başarıya ulaştıralım, sonra sınıf-komünizm mücadelesinin araçlarını geliştirir ve sınıf mücadelesini yürütürüz anlayışını savunmak.
Bu gerekçeler aynı zamanda, komünist öznelerin-partilerin kendilerini sönümlendirerek HDP’ye katılmalarının mümkün olmamasının da gerekçeleridirler.” (M. Dalfidan)
“Bizim hareket noktamızı oluşturan öncüller, keyfi temeller, dogmalar değillerdir; bunlar, onlara ilişkin soyutlamaların ancak imgelemde yapılabileceği gerçek öncüllerdir. Bunlar gerçek bireylerdir, bu bireylerin eylemleri ve —hem hazır buldukları hem de kendi eylemleriyle yarattıkları— maddi yaşam koşullarıdır. Bu öncüller, demek ki, ancak ampirik olarak oluşturulabilirler.” (Alman İdeolojisi)
Sık sık duyarız: “komünizm, ulaşılması gereken bir yüce amaç değildir, o toplumun sınıflara bölünmesine bir son veren maddi koşulların bir sonucudur” diye… Yani bizler bilimle hareket ederiz, parlak düşüncelerle değil… ütopyalar, fikirler sadece bu maddi olguların soyutlaması olarak kabul edildiğinde bilimsel olmaktadır.
Bir an için Muhsin arkadaşımızın saydığı üç gerekçenin başkaları tarafından aynen savunulmakta olduğunu varsayalım. Bu durumda dahi bizler neden sönümlenelim ki?
Sönümlenme konusuna bir parantez açalım: bizler sönümlenebilir bir devletten yanayız. Bu tip bir devlet Paris Komünü veya Sovyetler tipinde bir demokratik cumhuriyettir. Bu nedenle bizler Radikal Demokrasiyi savunmaktayız. Marksizm konuyu böyle almaktadır. O halde siyasal örgütler neden sönümlenmek üzere harekete geçmesin? Bizler yıllar önce “Leninist partinin amacının kendisini sönümlendirmek için gerekli maddi koşulları hazırlamak” biçiminde hareket ediyorduk. Maalesef bu gelenekler unutuldu. Şimdi başka bir formül altında söylediklerimizi özetleyelim: bizler (Marksistler) kendimizi gereksiz hale getirecek koşullar için mücadele ederiz
Muhsin arkadaşımızın bahsettiği son gerekçeyi bizzat EMEP veya ESP’li yoldaşlarımızdan duymuşuzdur. “İlk önce şu kürt sorunu çözülsün, sonra da işçi sorunu çözülür” ya da “ulusların kardeşliği ancak eşitlikle mümkündür” şeklinde… Doğrusu bu varsayım da Muhsin yoldaşımızın üzerinde durduğu biçimiyle bir gerçekliktir.
Bu gerçeklik dipteki akıntıların yeryüzüne çıkmasıyla anlaşılabilir ve maalesef şimdilik bu mümkün görünmüyor. Ama bu dip akıntılarını bulup bilince çıkarmak bizim işimizdir. Varsın diğerleri böyle düşünsün, şu halde onlar bizim karşımızda değildirler. Onlar yoldaşlarımız olarak kalırlar. Sınıflar mücadelesinin maddi bir gerçeklik olduğu herkes tarafından eni sonu kabul edilmektedir zaten. Hatta “ulusal mücadelenin, sınıflar mücadelesi olmadığı”nı söylemek dahi sınıflar mücadelesinin kanıtı olmaktadır. Bunu böyle ifade edenler de sınıflar mücadelesinde nerede durduklarının kanıtını sunmaktadırlar, zaten…
Bizler her zaman şu gerçeği dip akıntılara bakarak ifade ederiz: tarihte hiçbir düşünce tarih ve toplum üstü olamaz ve varlık, bilinci belirler, tersi değil…
Bileşenlerin Sönümlenmesi -  Eğilimler (Hizip-Fraksiyon) Özgürlüğü
Bizler tüm bileşenlerin HDP veya HDK içinde bir Eğilim veya Fraksiyon olarak kalmaları gerektiğini söyleriz. Yani bütün bileşenler kendi program anlayışlarını veya savunduklarını HDK veya HDP içinde savunmalıdırlar ama bileşenler olarak değil, oraya gönderdikleri üyeleri aracılığıyla ve kattıkları güç oranında… Bu güç çoğu zaman teorik-politik olur. Yani maddi güç illa ki üye sayısı ile olmaz. “Fikirler, kitlelere nüfuz ettiğinde maddi bir güç haline gelirler” değil mi? İşte öyle… Karar aşamasında ise üye sayıları belirli olduğundan ne kadar üyeyi kendi düşüncelerine kazandıkları açığa çıkar. Böylece her eğilim bir sonuç çıkarma imkanı bulur.
HDK veya HDP içindeki eğilimler kendi içlerinde toplanabilir, tartışabilir ve Partiye veya Kongre’ye önerge olarak verebilir ve bir karar alınması için çoğunluğu kazanma hakkına sahip olmalıdır. Bu haklar demokratik veya devrimci bir partide olmazsa olmaz haklardır. SYKP içinde yaptığımız bu tartışmalar elbette HDP’li olsak dahi devam eder, etmelidir. Yani aslında HDP içinde sönümlenmiş olmayız ve hiç kimse de bunu bizden talep edemez, etse dahi karşılık bulmaz.
Bizce bir mail grubu dahi bileşenler için yeterli bir örgütlülüğü sağlayabilir ama arzu ediliyorsa bir SYKP üssü oluşturulur, oluşturulmalıdır. Bizce bu yeterlidir. Yani dünya kadar enerjiyi israf etmeye gerek yoktur. Yukarıda ele aldığımız bahislerde bütün enerjileri bir potaya dökmenin önemi üzerinde durulmuştur. Bizler bunu yaparak örnek olmalıyız. Eğer fikirlerimiz güçlüyse sönümleniriz veya yok oluruz diye korkmamıza gerek yoktur. En basit kanıt bizzat Ertuğrul Kürkçü olmaktadır. Bu yazıları yazan olarak bizler de SYKP’den istifa edip, HDP’ye girmiş olmamıza rağmen, parti ile ilişkilerimizi koparmamışızdır.
“HDP içine tam boy girmek ve HDP’ye gömülmek” (M. Dalfidan) bu bakımdan bir sorun olmamaktadır. Muhsin yoldaşımız da bunu yeterince açıklamaktadır bu madde sonunda…
“7- BDP’nin kendisi için öngördüğü gibi (kendini HDP’ye doğru sönümlendirme) bir katılım mümkün ve doğru mudur?” (M. Dalfidan)
a-Parti hukuku özü itibariyle mevcut haliyle devam etmelidir. Karar ve icra süreçlerini belirleyen parti yapıları yani tüm parti organları bileşenlerin ortak ve eşit katılımıyla  (%60’ı bileşenlerden ve %40’ı bağımsız bireylerden) oluşturulmaya devam edilmelidir. (Aynı yerde)
Demokratik bir partide en üst organ kongredir. Kongre tüzüğü veya programı onaylar veya değişikliğe gider. Yukarıda belirtilen oranlar bizce bürokrasinin garanti altına alınmasından başka bir anlam taşımaz. Ve üstelik HDP üyelerinin kafasına dayatılmış bir tabancadan farksız olmadığından ve böylesi silahlara ancak silahların eleştirisi ile cevap verilebileceğinden bu silahı kongreye sunmak ve onaylatmak gerekir.
Bu nasıl olur? Demokratik bir parti veya kongre en alttan başlamak üzere, ilk önce ilçe delegelerini, ilçe delegeleri arasından il delegelerini, il delegeleri arasından (uygun görülürse) bölge delegelerini, bölge delegeleri arasından da ulusal kongre delegelerini seçer. Demokratik bir tüzük varsa böyle bir seyir izlenir. Diyelim ki en üst kongre bu kotalara uymuyor ama seçimler de demokratik olarak gerçekleşmiş. O zaman ne olacak?
Diyelim ki bu kotaları en alttan başlayarak oluşturduk. Hiçbir zaman bu kotalar tutmaz, yani kadınlar için kotayı tuttursak bile bu bileşenler için veya bağımsızlar için mümkün olmamaktadır.
Neden kotalar uygulamak yerine kongreyi bağlayacak kararlar almıyoruz? Bu daha rasyonel ve olanaklı değil midir?
Diyelim ki kongre hiçbir azınlık aleyhine karar alamaz! Şeklinde basit bir karar aldık. Bu yeterli değil midir? Bizce cinsel kotalar teoriye uygundur ama bileşenler değil… Ya da azınlık olarak görülen bütün ezilenler için kota teorik olarak uygun ve zorunlu olmalıdır ama bileşenler için değil…
Aslında hiçbir azınlık aleyhine karar alamaz dendiğinde sorun kalmaz ama hangi kararın lehte ve alayhte olduğunu kim belirleyecek? Bu da çözülebilecek bir sorudur. Bütün bileşenlerin olduğu bir Danışma Kurulu bu işi çözer. Ama bu kurulun görevi de bu işle sınırlanır. Ve Danışma Kurulu “şu karar şu azınlık veya bileşen için, şu manaya gelmektedir” biçiminde bir tavsiyede bulunur.
“8-BDP’nin HDP’ye katılımına karşı, kabul edilemez gerekçeler dillendirilmekte midir?” (M. Dalfidan)
Evet bu gerekçeler Muhsin yoldaşımızın da ifade ettiği gibi kabul edilemez gerekçelerdir. O yüzden daha fazla söze gerek yok! BDP’nin HDP’ye katılması demek, batıda önemli bir ağırlık oluşturan Kürt işçilerin ki bunlar demokratik ve devrimci işçilerdir, bu sınıfla aynı çatı altında olmak demek olduğundan gerekçeler tamamıyla kabul edilemez!
Bu sınıf aynı zamanda laiktir de… Devletin Türklükle tanımlanmasına karşı çıktığınız an bu sınıfı da kazanmanız mümkün hale gelir.
Hukuksal tedbirler ise bürokrasi demektir. Muhsin yoldaşımız bir Marksist olarak bu bahiste de isabetli tespitler yapmıştır. Kendisini tebrik ediyoruz. “HDP içinde de ideolojik mücadele vermek ve ideolojik hegemonya oluşturmaya çalışmak gerekli ve meşru bir görevdir. Bunu iyi yapanın, diğerlerini etkilemesinden kaçmak için hukuksal tedbirler almak çözüm değildir.” Bu madde altında savunulan yöntem tüm yazıya aktarıldığında ise SYKP’nin tüm gücüyle HDP içine girmesi sonucu doğal olarak çıkar…
“9- Seçim partisi, gerçek parti, organik parti, ittifak patisi ve konfederal parti, cephe ve cephe partisi tanımlamalarının anlamı nedir?” (M. Dalfidan)
Bu maddede ele alınan tanımlamalar tamamen normatif kavramlardır bu bakımdan eleştiri konusu edilemezler. Ne olduğunda anlaşılırsa veya kavram kargaşası yaratılmazsa kullanılabilir. Fakat arada anlaşılmayan ve tutmayacak olan kavramlar üzerinde duralım.
Seçim partisi, adı ile anıldığında seçimden seçime kurulan, işi gücü seçimlerle sınırlı olan bir partiyi akla getirmekte olduğundan ve bizlerin hiç de onaylayamayacağı bir tür olarak göze batmaktadır. Seçimler, Marksistler için taktik manevralar alanıdır. Taktik icabı parti kurulması pek de teoriye uygun bir davranış olmaz. HDP ise bir seçim partisi olarak görülmektedir. Anlaşılan kitleler henüz bilinçlenmemiş veya bu partiye emek verenler bu işi başaramamışlardır.
Gerçek parti ile kastedilen şey de normatif bile değildir. HDP dışındaki partiler gerçek partiler olarak konulmaktadır. HDP olmasaydı o zaman gerçek parti ayrımına da gerek kalmayabilir gibi bir algı oluşturan bu tanımlar üzerinde durmak gerekir.
Organik parti ise hem monolitik hem de çoğulcu olabilmektedir deniyor. Program çoğulcu ama yine de monolitik nasıl olabilir bilmiyoruz. Herhalde çoğulcu kavramından kaynaklanıyor bu kavram kargaşası. Biz bir işçi partisiyiz dendiğinde monolitik gibi dursa da aslında bu partinin bütün ezilenleri veya azınlıkların kurtuluşunu hedeflemesi durumunda çoğulcudur gibi bir şey kastediliyor olsa gerek.
Yine de bu bir karmaşadır. Partiler bir fikirle doğmazlar, onlar toplumda her zaman belirli bir kast ya da sınıfın çıkarları ile çakışan hareketlerin politik yüzleridirler. O yüzden de bu tür kavramları ortaya atıp tartışırken üzerinde dikkatle durmak gerekir.
Örneğin, Leninist Parti bir öncü partisidir, işçi partisidir, komünist bir partidir, organik ve gerçek bir partidir. Ve seçimlere girmesi ayrı bir parti olması için yeterli bir şey midir, bilemiyorum.
Marksizmde bir öncü parti, işçi partisi, komünist parti, kitle partisi, tarihsel parti anlayışı var olmuştur veya tartışılmıştır. Muhsin yoldaş ilk önce bu kavramlarla hareket etmeliydi ama o kendi tercihi olarak başka bir şey denemiştir. Olabilir ama bu diğer öncüllerle birlikte ele alınmış olsaydı daha bütünlüklü bir Marksist parti anlayışına katkı sunmuş olurdu. Bunun önünde sanırım engel de yok ve Muhsin yoldaş bu işi pekala yapabilir.
“10-HDK’nin seçim aracı olarak kurgulanan HDP artık başka bir içerikle yoluna devam edecek ise; bu içerik bir önceki sorudaki tanımlamalar bağlamında nasıl olmalıdır? Bileşenlerin ve bireylerin hukuku nasıl olmalıdır? Kitlesel üyelikler yapılmalı mı? Bu konuda gündeme gelen organik parti, gerçek parti gibi tartışmalara nasıl bakmalıyız? “Konfederal parti” kavramsallaştırılmasını kullanabilir miyiz? Büyüme Stratejisi ne olmalıdır?” (M. Dalfidan)
Yukarıdaki maddede yer yer kendi görüşümüzü Muhsin yoldaşın yazılı metni üzerinde redakte ederek ifade etmeyi seçiyoruz.
             HDP’nin yeniden yapılanması demokratik – sosyal cumhuriyet programı ile gerçekten demokratik bir programa kavuşturulmalı ve bundan bağımsız olmamak üzere, bütün üyelerin eşitliğini öngören demokratik bir tüzüğü benimsemelidir.
             Bileşen hukuku geçerliliğini devam ettirmemelidir. (Eşit katılımlı %60 bileşen ve %40 birey) Çünkü bu yaklaşım anti demokratiktir. Biz devrimciler en tutarlı demokratlar olduğumuzdan, hiçbir anti demokratik yapılarda yer almayı istemeyiz. Gücümüz yettiğince bütün ortamları demokratikleştirmeye çalışırız.
             Bugün için azınlık çoğunluk ilişkisi değil, çoğunluğun özgürlüğünü sınırlayan bir program ve tüzük ilişkisi geçerli olmalıdır. Çünkü Radikal Demokrasi özel türde bir demokrasidir. Mutabakatlar veya ittifaklar olabilir ama buna da Kongre karar verir. Kitlesel üyelik bütün partiler için bir haktır ve bu hakkı hiç kimse engelleyemez. Kitlesel üyeliğin olduğu partide bileşen temsiliyetinin eşitliği ve mutabakat üzerinden faaliyeti sürdürmek sorunludur. Bu sorunu aşmak için Kongre, bileşenlerin veya bütün azınlıkların olduğu ve her zaman için genişletilebilir Danışma Kurulu şeklinde parti dışı kurullar oluşturabilir. Kitlesel üyeliğin olduğu partide bileşen örgütlerin ve bağımsız bireylerin hukukunu azınlık çoğunluk ilişkisi üzerinden kurmanın yolu nispi temsil hukukudur. Ancak bu hukuk esas olarak çoğulcu burjuva partiler için demokratik ve verimli olan sistemdir.  HDP, organik bir parti olmalıdır ve demokratikliği burjuva demokrasisi ile taban tabana zıttır. Bizler özel türde bir demokrasiyi savunuruz. Yani çoğunluğu sınırlayan ve azınlığın haklarını güvence altına alan bir program ve tüzüğü benimsediğimiz için Demokratik Merkeziyetçilik bizim parti anlayışımızı özetleyen tek Marksist işleyiş biçimi olmaktadır. Dolayısıyla, HDP şimdiden bir öncü partidir ve bütün kitleyi  bileşenlerin veya farklı eğilimlerin, eğilim ve hizip oluşturma haklarını ve varlığını gözeten bir hukuku ile kazanabilir ve eğer teslim olmak istenmiyorsa bu görev yerine getirilmelidir.
             Şu anda savunulan Devrimci demokrasi programı eklektik ve burjuvazinin egemen düşüncelerini yansıtır bu nedenle burjuva ulus eşitliği terkedilmeli ve eşitlik yerine politik körlük savunulmalıdır. Ulusal eşitlik yerine ulusal olanın, politik alandan uzaklaştırılması ve bunun için her şeyden önce “Türk Sorunu” nun çözümü savunulmalıdır. Bizim savunduğumuz Radikal Demokrasinin özeti şu olmalıdır: TC’nin Türklükle tanımlanmasına son vermek devrimimizde ilk adımdır. İkinci adım ise ulusların veya ulusçuların politik alandan uzaklaştırılmasıdır. İsteyen “bizler uzaydan, dünya insanlarını tohumlamak üzere gelen türkleriz” desin, bu önemli değildir, kişisel – özel bir sorun olarak durur ama türklük ulusu tanımladığı anda gericiliğin pençesine düşmüşüz demektir.
             Radikal veya Devrimci Demokrasi programı topyekûn ve bütünlüklü olmalı ve uygulanmalıdır. Ancak bu bütünlüğün Kürdistan ve Türkiye ayağı kendi özgünlüklerini ve önceliklerini (komün veya Sovyet yaklaşımıyla) gören bir yerden oluşturulmalı ve sürdürülmelidir. Bütünlüklü programın yaşama geçmesi ancak bu biçimde gerçekleşebilir.
             BDP ve hiçbir sosyalist bileşen, sosyalizm iddiasını devam ettirirken kendini sönümlendirerek HDP’ye katılmamalıdır. Bu bileşenler birer eğilim olarak HDP veya HDK içinde yer almalıdırlar. Eğer sosyalist iddia ve programatik görüşlerini koruyan her hangi bir bileşen tek örgütü olarak HDP’yi görerek, sadece örgütsel olarak sönümlenip HDP’ye katılırsa, “eşyanın doğası” gereği HDP’yi sosyalist görevlerin aracı olması için zorlayacaktır.  Bu durum, HDP’nin gerçek işlevini yerine getirmesi için ufuk açıcı olacaktır.
             HDP, bir bütün olarak organik partiye dönüşmelidir. Hedefleri farklı olan örgütlerin ortaklaştıkları hedefin (Demokratik, Laik, Sosyal Bir Cumhuriyet) program ortaklığının eseri haline gelen HDP’nin Radikal veya devrimci demokrasi mücadelesi programında ortaklaşan bir örgüt olması, bileşenlerin anlamlı bir kısmının organik partiye evrilme imkânlarının olduğunu var sayar. Sosyalist bileşenler ve Kürt özgürlük mücadelesinin sosyalizan bloğu; devrimci demokrasi mücadelesinin başarısı üzerinden, mücadeleyi bütün uluslara karşı mücadele alanına taşıyacak ve yeni bir uygarlık (sosyalizm-komünizm) hedefinde; burjuva demokrasisinden milyon kez demokratik cumhuriyetleriyle en elverişli imkanlara kavuşabilirler. Bu imkân, günümüzün öncelikli ve pratik görevlerini zayıflatmayacak ölçüde bu günden somut adımlarla değerlendirmeye başlanmalıdır. Bunun gereği olarak,  sosyalist bileşenler ve Kürt özgürlük hareketinin sosyalizan bloğu; birbirlerinin sosyalist devrim ve sosyalizme dair görüşlerini etkileşime sokacak araçları yaratarak, pratikleştirme adımlarını atmaya başlamalıdırlar.
“11- HDP–HDK ilişkisi nasıl olmalıdır? Önümüzdeki süreçte bu –devam etmekte olan seçim atmosferi de dikkate alındığında- HDP’nin uyutularak, yeniden HDK’nin canlandırılması doğru olur mu? Olmazsa HDK nasıl bir anlam taşımalıdır?” (M. Dalfidan)
Kongreler ya da Meclisler devrim dönemlerinde kendiliğinden oluşan ikili iktidar organları olmuşlardır. Bu bakımdan devrimci öncüler eliyle kurulamazlar. Kuruldukları anda da başımıza gelen şey olur. Bir kongre toplanacaksa kongre gibi olmalıdır, yani delegeler aracılığıyla oluşan ve program olarak da demokratik bir kongre. Bizler böylesi demokratik adımları atamıyoruz çünkü Kongremizin ne programı demokratiktir ne de tüzüğü…  Muhsin yoldaşımızın Kongre’den umudunu kesmesi gayet doğaldır. Dolayısıyla “Meclislerimizle Geleceğe Yürüyoruz” türünden slogan veya temennilerle ne örgüt kurulur ne de kongreler yapılır. Enerjiler boş yere çürür gider. O yüzden Muhsin yoldaş gibi umutsuz olmak istemiyorsak her işimizi bir radikal demokrata yakışır gibi yapmalıyız.
“12-SYKP’nin bu sürece katılımı nasıl ve ne yönde olmalıdır?” (M. Dalfidan)
Bu maddeyi de redakte etmek istersek aşağıdaki gibi olurdu.
SYKP, siyasal programı ve amacı, örgütlenmesi ve eylemliliğinin muhtevası olarak işçi sınıfı partisi değil, orta sınıf aydınlarını bir araya getirmiş öncü, komünist bir partidir.  Siyasal mücadelesinin stratejik amacı ve hedefi demokratik ve sosyal cumhuriyet olmalıdır.
SYKP, Radikal demokrasi perspektifle, tüm gücüyle HDP faaliyetinin içinde olmalıdır.
01 12 2014

30 Kasım 2014 Pazar

MYK SİYASAL METNİ UMUT VERİCİDİR



"Yeni Bir Ortadoğu'ya Doğru" başlığı ile SYKP MYK Siyasal Bir Metin duyurusuyla 26 Kasım 2014 tarihinde SYK mail grubunda yayınlanan metnin eleştirisidir.

Bundan bir önceki metin, karar metni idi ve karar metnine göre peşinden gelen Ortadoğu Üzerine Siyasal Metin karar metninin önemli bir yanlışını düzeltmektedir. “Herkes HDP’ye!” başlığı ile ele aldığımız çağrıda “Türk sentrizmi” üzerinde duruyor ve bütün “bileşenleri” (ve en başta da partimiz SYKP’yi Kürdistan Özgürlük Hareketi noktasında eleştiriyorduk. Ne derler? Aklın yolu birdir. Bu bakımdan “Ortadoğu Metni” Türk sentrizminden çıkış için bir ilk olmaktadır. Bu metin hiç olmazsa Ortadoğu ve Özgürlük Hareketi ile sosyalizm veya Marksizm dolayımını gerçekleştirmemize olanak sunmaktadır. Partimiz önemli bir suçlamadan kurtulmuştur ve sırf bu yönüyle bile yoldaşlarımız kafası dik olarak kitleler ve tarih önünde hesap verir konuma gelmişlerdir. MYK ‘da görev alan ve bu metne emeği geçen tüm yoldaşları tebrik ediyoruz.
“Ortadoğu’da bir demokrasi vahası: Rojava”
Yukarıdaki başlık altında ele alınan bölümde bu görev kotarılmıştır. Övgüler bu başlık altında ele alınan soruna devrimci Marksist yaklaşımdan ötürü yapılmıştır ve ne söylense de azdır. Bu başlık altında serilen yaklaşım tüm yoldaşlarımızın artık ezberlemesi gereken ve her adımda-taktikte bakılması gereken jalon gibidir.
Bu kadar övgü yeter! Çünkü bizler övmeyi ve övülmeyi seven bir siyasal gelenekten gelmiyoruz. Bizler için en değerli olan davranış ELEŞTİRİ’dir ve Lenin yoldaşın deyişiyle “bir partinin ciddiyeti, hatalar karşısında verdiği ÖZ-ELEŞTİRİ ile belli olur.” Bize (biz Marksistlere) göre MYK bir önceki hatalı kararını bu metinle öz-eleştiri biçiminde sunmaktadır veya bizim öyle kabul etmemiz için bir neden yoktur. Çünkü bir önceki kararında veya kararlarında genel olarak kürtlerden söz ederken, şimdi ortada bir nesne değil, özne vardır. Bu özne üstelik ismiyle anılmakta ve ittifak edilmektedir.
Ama partimizin Türk sentrizminden tamamen kurtulması mümkün müdür? Şimdilik umudumuz vardır ama bu da ancak eleştiri ve öz-eleştiri sayesinde mümkün olmaktadır ve biz başka da bir yöntem bilmiyoruz. Rojava konusunda önemli tespitler yapılmaktadır ve bu tespitler sayesinde hiç olmazsa Türk ezilenlerini programa kazanmak mümkün hale gelmektedir.
Rojava bölgedeki en ileri ve en demokratik ve veya en laik bir oluşumu gerçekleştirmektedir. O yüzden bölge ve dünya devletleri tarafından istenmemektedir. İlk başta da Türkiye ve Barzani’nin başında olduğu burjuva kürtler tarafından her durumda diz çökmesi ve ezilmesi arzu edilmektedir. Bütün dünya yani hem Avrupa hem de ABD ve hem de diğer emperyalistler bu demokrasi vahasını yok etmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar ve şimdi yok edilmiyorsa bunun nedeni siyasal dengelerdir.
Bu durum bizlere gösteriyor ki Rojava’da bir SINIFLAR SAVAŞI vardır. Rojava hakkında yapılan değerlendirmeler dahi bu sınıf savaşının kanıtlarını sunmaktadırlar. Rojava deneyimi her şeyden önce klasik gerici ulusçu deneyimlerden biri değildir.  Orada demokrasi için ilk ama acemi bir adım atılmıştır. Bu acemi adımlar bile bütün dünyanın üzerine gelmesi için yeterli olmuştur. Şunu unutmayalım ne PKK ne de PYD Kürtlerin partisi değildir. Bu partiler ezilen köylülerin, işçilerin, öğrencilerin, gençlerin ve kadınların partisi olmuştur ve bu bilimsel gerçek ancak bu partilerin kendilerini destekleyenlere İHANET etmesi durumunda değişecektir. Zaten bu durumda da Kürdistan Özgürlük Hareketi yenilmiş sayılacaktır.
Şimdi de Siyasal Metin üzerinde bir iki yanlış vurguyu eleştirelim!
“Kobane’de iki ayı aşkın süredir direnen sadece bir halk değil, aynı zamanda yeni bir uygarlık projesidir. Bu kavranmadan neler olup bittiğini anlamak, kimin kiminle neden savaştığını, bir sonraki adımın neler olabileceğini öngörmek neredeyse imkansız.”
Burada ikinci cümle birinciden bağımsız olarak doğrudur. Yanlış ise birinci cümle içinde yer alan “uygarlık projesi” kavramındadır.
Bir uygarlık projesi iddialı bir kavramdır. Çünkü orada gerçekleşen şey, Avrupa Birliği veya ABD gibi özerk veya konfederal bir yapılanmadır. Ve bu tür yapılanmalar ilk defa görülen bir şey değildir. o yüzden yeni bir biçim veya form oluşturmazlar. Ama niye istenmemektedir? Demokratik bir form Ortadoğu için hiçbir emperyalist kutup tarafından öngörülmemiştir de ondan…
Dünyanın sözde demokratik devletleri kendileri için uygun-helal gördükleri demokratik formları Rojava’ya haram etmektedirler. En başta ABD için en uygun çözüm, bütün herkesin bağımsız bir devlet haline gelmesidir. Evet, ABD “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”nı savunmaktadır. ABD evel eski “Self Determinasyon” hakkını savunur, neden? Bu tür gerici (her ulusa bir devlet düşer) çözüm bütün bölgeyi karıştırmaya yeter de ondan… Kanıt mı istiyorsunuz? Bakınız tüm eski büyük Birlik’lere! Sovyetler ve Yugoslavya’ya! Ortadoğu Körfez krizinden bu yana Lübnanlaşma yolunda tam gaz ilerlemektedir. Yani ABD projesi her durumda zafer kazanır görünmektedir. İşte Rojava bu plana karşı ilk ciddi karşı duruşu sergilemektedir. O yüzden bütün dünyanın dikkati Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlayacağı bu yere çekilmektedir.
Ama Rojava tüm bu karşı koyuşuna rağmen yeni bir uygarlık projesi değildir. Yeni bir uygarlık projesini ancak biz Marksistler savunabilir veya başarabiliriz. Rojava köhnemiş, gerici ulusçuluk karşısında Avrupa Birliği türünden bir ulusçuluk veya paradigma değişikliğidir.
Ancak, bu paradigma değişikliği veya stratejik yönelim PKK tarafından ve bizzat Öcalan tarafından “ulus devletin aşılması” biçiminde sunulmaktadır. Biz Marksistlere göre ne AB ne de Demokratik Özerklik veya Federasyon gibi çözümler ulus-devleti aşmaz, bizzat bu bakımdan uygarlığa yeni bir aşı olur.
Yeni Bir Uygarlık Projesi İçin
Yaşanılan uygarlık Modernite veya Aydınlanma olarak bilinmektedir. Marksizm de Aydınlanma’nın sol çocuğu veya heretik bir mezhebi olmuştur. Aydınlanma her şeyden önce ÖZEL-POLİTİK ayrımına dayanan uygarlıktır. Feminist hareket bize şunu öğretmiştir: ÖZEL OLAN POLİTİKTİR.
Feminist hareketin bu hamlesi aslında Marksizm için bir KATKIDIR. Çünkü ÖZEL-POLİTİK AYRIMININ KENDİSİ POLİTİKTİR.  Çünkü neyin özel, neyin politik olduğu çeşitli normlara bağlı olduğundan ve bu tamamen HUKUKİ olduğundan (Sosyolojik-Bilimsel) olmadığından bu ayrımın kendisi POLİTİK olmaktadır.
Yaşanılan uygarlık aydınlanmanın ulusçuluk biçiminde gericileşmiş biçimidir. Ulusçuluk, Aydınlanma karşısında KARŞI DEVRİM demektir.
Aydınlanma Evrensel İnsan Hakları’nı bütün dünyada gerçekleşecek uyanışın Anayasa metnidir. Yani ulusçu değil, kozmopolittir.
“Vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen Tevfik Fikret en büyük aydınlanmacıdır bu topraklarda…
Ulusçu karşı devrim Napolyonculuktur. Aydınlanma devrimcileri Robespierre veya Marat tıpkı Marks veya Lenin neyse o’dur. Napolyonlar ne ise Stalin veya Atatürkler de odur. Her iki tip arasında devrim ve karşı devrim gibi bir fark vardır.
Öyleyse yeni bir uygarlık için Aydınlanma’nın aşılması gerekmektedir. Ve bu durumda Rojava Aydınlanma’nın henüz kıyısına gelmiştir. Ve aynı şekilde Öcalan Marks’ın veya Lenin’in kıyısına gelmiştir.
Uygarlığın aşılması için kapitalizmi aşmak gereklidir. Rojava bu bakımdan da yeni bir uygarlık olmamaktadır. Çünkü bizim savunduğumuz Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet dahi kapitalizmi aşmaz, en fazla, kitleleri kapitalizmi aşması kıyısına kadar getirir o kadar…
Bize göre komünizm yeni bir uygarlık olarak tasavvur edilmelidir. Her şeyden önce de uluslara ve ulusçuluğa meydan okuyan bir programla hareket edildiğinde bu uygarlık için önemli bir hamle yapılmış olur.
Kapitalist Uygarlık bütün dinamiklerini tüketmemiştir.
Kapitalizmin krizleri üzerine kafa yorarken bu krizler abartılmamalıdır. Nitekim bu siyasal metinde bu abartılar yer yer işlenmektedir. Yaşanan tüm geçmiş krizlerden başarı ile çıkan kapitalist uygarlık kendine olan güvenini tazelemiş görünmektedir. O yüzden de yaşanılacak siyasal krizler de eğer ciddi bir devrimci demokratik muhalefetle karşılaşmazsa yine kapitalizm taze kanla yaşamasına devam edecektir.
O yüzden bizler bütün teorik enerjimizi devrimci demokratik muhalefeti, programatik olarak çözmeye hasretmek zorundayız.
Ne ABD ne de diğer emperyalist devletler ciddi bir siyasal krizle karşılaşmamaktadırlar. Rojava yaşanılması muhtemel ama en zayıf bir olasılık olarak durmaktadır ama şimdiden politik olarak düşmek üzeredir. Eğer bütün dünya ve özellikle Türkiye’deki devrimci demokratik muhalefet ve tabii ki Marksist Hareket bütün gücünü cepheye sürmezse… Bütün gücünü cepheye sürüp, bir de bu politik gücünü teorik-politik hazırlık ile birleştirirse o zaman Rojava tekrar ve daha dik bir şekilde ayağa kalkacaktır. Çabamızın gayesi yalnız budur!
"HDK/HDP’nin Kürt siyasi hareketinin ihtiyaçlarına daralmış bir siyasal hatta oturmasının hepimizin kaybetmesi anlamına geleceğini bir kez daha belirtme gereği duyuyoruz."
Yukarıdaki belirleme Turgut yoldaşımızın da dikkatinden kaçmamıştır.
Yukarıdaki belirleme aslında hem doğrudur hem de yanlıştır. Nasıl olduğunu görelim!
Günümüzde mücadele eden bütün sosyal hareketler (ki işçi hareketi de bir sosyal harekettir) kendi ihtiyaçlarına daralmış bir siyasi hatta oturduğunda yenilmesi kaçınılmazdır.
Sadece Kürtler değil, kadınlar, gençler, feministler, işçiler, sendikalar, hemofobi karşıtları, vicdani redciler, ve ilh. İçin de bu gerçektir. Mantık olarak böyle koyduğunuz an bu bütün muhalefeti toparlayacak bir programa ihtiyaç duyarsınız. Şimdiki programımız veya HDP-HDK programı bunları aritmatiksel olarak birleştirmektedir ama bir program aritmetik değil, cebirsel olmalıdır.
Aritmetik program şimdiden savunulduğu gibi şöyle vazeder: biz şunların şunların hareketi veya partisiyiz. Ama cebirsel bir program aynı zamanda yeni bir uygarlığın devrimci Marksist programı olduğundan şunu der: bizler insan veya yurttaştan gayrı bir belirleme tanımayız. Bütün etniler, inançlar, kimliklerin siyasal bir anlamı olmamalıdır. Bunlar kişisel özel sorunlardır. Türklük de kürtlük de kadınlık da Alevilik de bizim demokratik ve sosyal cumhuriyetimizi belirlemez. Bizler komünler üzerine yaslanırız. Her komünün ayrılma hakkı vardır. İsterse bir köy veya mahalle komünü bu cumhuriyet içinde kalmak istemeyebilir. Türklük ve kürtlük inanç gibi bir kategoridir ve sosyolojik bilimsel bir kategori olmadığından politik olmaları düşünülemez. Bütün cemaatler siyasal yapıyı belirlemek istediklerinde kaos çıkar. O yüzden bizim ulus devletimiz kendisini yurttaş-insan tarafından belirlenen komünler üzerine bina edilir. Gerçek laiklik de budur. Bu ulus devletin anayasası hiçbir etni, soy, kan, dil, din, kültür, tarih, coğrafya, vb. ile tanımlanmaz.
İşte bu tür bir programla hareket etmeye başladığımız an yeni bir uygarlığın da müjdecisi oluruz. Ama bu bile yeni bir uygarlık değildir, henüz Aydınlanma’nın yarım bıraktığı yerden devam eden bir program demektir bu!
Yani bu uygarlığı aşmak için de ulusçuluğu aşmak gerekir. Ulusculuk, politik olanı ulus-devlet olarak tanımlamak demektir. Yanlış bilinenin aksine ulusçuluk, bir ulusun çıkarlarını savunmak demek değildir. Bu tanım ulusçuların, ulusçuluk tanımıdır. Sosyolojiye göre yani marksizme göre ulusçuluk, siyasal olanın ulus-devlet tarafından belirlenmesini savunmak demektir.
“Kürt Özgürlük Hareketi stratejik anlamda herhangi bir egemen bloğun parçası haline gelmediği sürece (bunu isteyen oldukça geniş bir kesim olsa da KÖH’ün önderliğinde böyle bir eğilim söz konusu görünmüyor) taktiksel farklıklar olsa dahi bölgenin devrimci bloğunun en önemli parçası olarak kalacaktır.”
Buradaki muğlak ifadeler eleştirilebilir. Duruşumuzu özetleyelim ve somutlayalım:
a. Bizler TC karşısında olan bütün hareketleri destekleriz. Amacımız bu gerici ulus-devletin bütün kurumları ile tuzla buz olmasıdır. PKK veya ittifak ettiğimiz Kürdistan Özgürlük Hareketi, TC ile birlikte yeni bir ulus devlet kurduğunda (Türk-Kürt devleti olmaz değildir) o zaman bizler bu devleti yıkmak için mücadele edeceğimizi şimdiden duyururuz.
Ama bu tür bir ulus-devlet yapılanması bile şimdiki türklükle tanımlanmış devletten bir adım ileri bir yapılanma olur. Kitleler bu uğurda mücadele etmeye başladıkları anda değişik programlar da tartışma alanına girer. Çünkü mücadele halindeki kitleler azla yetinmeyip daha fazlası için mücadele edebilirler ki tarihte bu biçimler (komün, Sovyet,)  vb. bu tür mücadelelerin sonuçları olmuştur. Yeter ki devrimci demokratlar ve öncelikle de biz Marksistler hazırlıklı olalım!
b. İttifak ettiğimiz güçler, bizlerin istemediği ama onlar için rasyonel başka ittifaklara girebilirler. Örneğin ABD ile yapılacak ittifak olasılık olarak önümüzdedir. Bu durumda bizler ne yaparız?
Bu sorun şimdiden tartışılmaktadır ama açık biçimde değil, üstü örtük biçimde ve gerici ulusçuluk formlarında bu konu ele alınmaktadır. Marksistler bu sorunu açık olarak tartışmamaktadırlar. Biz bir fikir verelim! a. Şıkkında ifade ettik, eğer PKK veya KDP, ABD desteğiyle TC’ye saldırırsa biz ne yaparız?
Hemen söyleyelim. Bizler TC karşısında olan güçleri destekleriz. Tıpkı Lenin’in, Rusya’yı uzak doğuda yenilgiye uğratan Japonları desteklemesi gibi destekleriz. Evet bizler asla kendi ulus-devletimizden yana olmayız, onun her savaşta yenilmesi için çaba gösteren ulusal hainler oluruz. O yüzden PKK ile ittifak halindeyiz. Ama PKK gerici ulusçuluğu aşmanın kıyısına gelmiş bir hareket olduğundan bizim işimizi daha da kolay hale getirmektedir ve bu bakımdan kesinlikle ayrı hareket edilmemeli, bu hareketi zayıflatan her adım gerici ulusçuluk (bizce ırkçılık) olarak lanetlenmelidir.
Devrimci Selamlar

21 Kasım 2014 Cuma

HERKES HDP’YE!



Kürtlerin hakları için değil, onları desteklemek için ve onların Demokratik Cumhuriyet adıyla dile getirdiği stratejik yönelişin, bütün demokratların da programı olması gerektiği halde; HDP bileşenleri, basit demokratik görevlerini yerine getirmemek için türlü bahanelerle görevlerini savsaklamakta ve yalpalamaktadır.
İlk önce EMEP, şimdilerde ise çorap söküğü gibi gelecek diğerleri arasında; özelde, HDP veya PKK, genelde Kürdistan Özgürlük Hareketi karşısındaki tavırlarında benzerlik göze çarpmaktadır. HDP bileşenleri olarak anılan tüm bileşenler, HDP’yi demokrat bir parti olarak görmek istememektedirler ve yine HDK’yi de demokratik bir yapı olarak biçimlendirmek istememektedirler. Şu halde bileşenler Örgütlenmenin ve hareketin demokratik biçimlenmesinin engeli haline gelmektedirler.
Şu tespiti tekrar edelim; genelde Kürt Sorunu yoktur, Türk Sorunu vardır. Bu sorun başka bir şekilde de formüle edilebilir; Türk Sorunu çözülmediğinden (bu henüz bilinmemektedir) dolayı Kürt Sorunu yaşanmaktadır ve ikincinin çözümü birincisine bağlı olduğundan asla da çözülmeyecektir.
Tarihin (diyalektiğin) acı cilvesi şudur; demokratlar demokrat değildir, demokrat olmayanlar demokrattırlar. Şu tarihte Bolşeviklerden sonra gelen, Marksist gelenek içinde yer alan hemen hemen bütün hareket veya partiler, anti demokrat birer hareket veya parti oluşturmuşlardır. Ezilen bütün ulusal hareketler de öyle… Vietnam’dan Filistin’e kadar bütün ulusal hareketler de demokrat olmayı becerememiş daha doğrusu olmak istememişlerdir. Günümüzde bir tek PKK hareketi bunu aşacak programa sahiptir. Bu dinamik şu an kendisini Özgürlük Hareketi olarak gören hareketin dinamiği her alanda kendisini yenilemekte ve cümle aleme örnek olmaktadır. Ne yazık ki bu hareket Marksist olmadığından, bütün program veya kavramlarını burjuva liberalizminden, soyut bir kozmopolitizmden, demokratik kültür veya tarih yazma girişimlerinden çıkarıyor. Bu haliyle bile bütün Marksistlerden, kendisini ne denli komünist veya sosyalist sıfatla anarsa ansın, isterse de bunu radikal anarşizmi ile göklere çıkarsın bütün sosyal hareketlerden, ekolojistlerden, feministlerden, vb. daha Marksist ve daha ekolojist veya daha feminist olmaktadır. Onların Marksist olmamaları demokratik program arayışlarına engel olmamış gözükmektedir.
Kürt burjuvazisinin gerici milliyetçiliği ile PKK’nin kıyısına geldiği demokratik milliyetçilik, taban tabana zıt ulusçuluk (ulus-devlet) programı veya stratejisidirler. Bu gerçek, bütün milliyetçiler tarafından gizlenmekte ve tartışılmak istenmemekte bu nedenle de geniş kitlelerce bilinemez kalmaktadır. Yalnızca PKK bu kesimlerin savunduğu milliyetçiliği “ilkel milliyetçilik” olarak yerden yere vurmasına rağmen, ezen kesim solcuları veya devrimcileri tarafından bu iş hala yapılmayı beklemektedir. Bize göre HDP bileşenleri olan hareketlerin tümü gerici milliyetçilerin rasyonalize edilmiş şekilleridirler. Bu bileşenler akıllı milliyetçilerdir aslında ama kendilerinin milliyetçi olduklarının farkında değildirler. Evet, günümüzde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı veya ezen ulus özgür olamaz desturuyla hareket edenler aslında akıllı milliyetçilerdir. O yüzden bir devrimci veya demokratın akıllı milliyetçilikten kurtulması için milletin-ulusun-devletin (özelde TC.’nin) Türklükle tanımlanıyor olmasını sorun haline getirmesi gerekmektedir. Bu sorunun farkında olmayan bütün ezen ulus sosyalistleri aslında gerici ve fakat gizli milliyetçilerin tuzağına düşmüş milliyetçiler haline gelmiştir. Bu nedenle ezen kesim devrimcileri en basit demokratik adımları daha atmakta zorlanmakta, en basit demokratik kavramları dahi kullanmamaktadırlar.
Yukarıya aktardığımız sorunlar teorik olarak aşılması gereken sorunlardır. Ne yazık ki bu teorik sorunlar hiçbir devrimci partinin tartışma gündemine dahi girmemiştir. Bu sorunlar halledilmese de olur diyebileceğimiz sorunlar olmadığından şimdilerde yaşanan HDP GERİLİMİ bütün devrimcilerin omuzlarında bir yük haline gelmiştir. Bu yükten kurtulmanın yolları ise taktiksel adımlarda görülüyor.
HDP Bileşenlerinin dayandığı temel teorik-politik zemin kabaca şöyledir;
‘Kürtler sosyalist veya komünist olmadıklarından sınıf mücadelesi vermemektedirler, onlar sadece ulusal kurtuluş mücadelesi vermektedirler. Bu yüzden ezen ulus devrimcileri amaç itibariyle onlardan farklılıklarını her adımda ortaya koymalı ve Kürtlere yaklaşırken Kürtlerin haklarını savunmalı ama bunları savunurken Kürtçü olmamalıdır. Bizler Kürtçü değil, işçiciyiz veya sosyalistiz ve-veya komünistiz. Bizler sınıflar mücadelesi veriyoruz onlar ise ulusal mücadele veriyorlar, onların sınıflar mücadelesi içinde olması beklenmez çünkü her iki mücadele farklıdır. Ezilen ulus devrimcileri sosyalizm hedefi güdemez ama biz ezen ulus devrimcileri bunu yapabiliriz.’
SYKP, ESP, EMEP gibi partiler veya bileşenler bu varsayımı paylaşmaktadırlar. ESP diğer bileşenlere göre daha fazla olarak ezilen sınıf ve topluluklara diğerlerine göre daha yakındır ve diğerlerine göre tarihsel olarak somut bir enternasyonalist geleneğe (İbrahim Kaypakkaya) dayanmaktadır. ESP de bu gizli varsayımı paylaşmakla beraber henüz bu partide bir rahatsızlık bu nedenle fiili olarak gözlenmemektedir. Görünen o ki ESP bu süreci tek ayak üstünde de dursa götürecek bir dinamik olarak görülmektedir. Bu gizli varsayımı paylaşmayanların sayısı ise üç basamaklı rakamlara bile gelmeyen çok az sayıda devrimci ve demokratların sırtında ağır bir yük olarak durmaktadır.
Yukarıya aktardığımız temeli, HDP Bileşenlerinin teorik-politik yaklaşımını eleştirmekle işe koyulalım!
Bütün bu varsayım Kürtleri bir özne değil, nesne olarak gören himayeci bir yaklaşımı özetlemektedir. Bu Marksist gibi görünen varsayım tümüyle gerici, üstelik ırkçı bir varsayımdır.
İkinci enternasyonal zamanı bu düşünce başta Lenin olmak üzere 3. Enternasyonal önderliği tarafından aşılmıştır. Avrupa merkezcilik olarak lanetlenen bu düşünceye göre; kendilerini, ezilen ulus devrimcilerine göre daha gelişmiş addeden Avrupa Marksistleri, ezilen ulus karşısında bir himayeci veya kurtarıcı olarak görme eğilimindedirler. Bu varsayıma göre ezilen uluslar kendi başlarına ileri bir adım atacak yetenek ve güçte görülmemektedir. Onların hakları savunulmalıdır ama bu iş de Avrupalı Marksistler tarafından yapılmalıdır çünkü ezilen ulus öncüleri bu yeteneğe de haiz değildirler, modern sınıflara sahip olmadıklarından dolayı geridirler, vs. vs.
Görüldüğü gibi bu yaklaşım aslında ırkçı bir yaklaşımdır, şimdilerde Avrupa merkezciliğinin yerini bizim coğrafyamızda bütün ezen ulus devrimcileri yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Eskiden bu düşünce en çok Dev Yol benzeri hareketlerde görülürdü, şimdilerde herkes benzeri düşüncelere sahiptir, hatta Troçkistler de bile bu gizli varsayım, güçlü olarak vardır, gerisini siz düşünün! İkinci enternasyonalin Avrupa merkezciliği şimdilerde bizim coğrafyamızda Türk merkezciliği şeklinde görülmektedir, üstelik eskiye nazaran daha güçlü bir biçimde… Daha güçlü olmasının nedeni kabalığında değil, gizliliğindedir, çünkü himayeci yaklaşım tarzı ezen-ezilen ilişkisini farklı bir düzlemde üretmekte olduğundan bu tür gizli (latent) ırkçılıktan (evet günümüzde bu da bir ırkçılıktır) kurtulmak, kaba ırkçılığa göre daha zordur.  Her şeyden önce farkına varılması önünde en önemli bir seti oluşturan bizzat kaba güçle devlet değil, yeniden yorumlanan liberal burjuva ideoloji veya çeşitli sosyalist ideolojilerdir.
Ezen ulus sosyalistleri, devrimcileri, demokratları ağız birliği etmişçesine ezen ulus liberalleri, faşistleri veya Türk Devleti ile benzer bir yaklaşımlardan uzak durmalıdır! PKK veya Özgürlük Hareketi veya HDP sanki Kürtlerin genelini temsil ediyormuş gibi bir algı oluşturulmaktadır. HDP bileşenleri de bu algıyı güçlendirmekten başka bir iş yapmamaktadırlar.
Tanık olduğum SYKP toplantılarında veya diğer partilerin ağzında da bu varsayım daha güçlü olarak NESNE algısından kaynaklanmaktadır. Kürtlerin hakları savunulmaktadır. Bütün SYKP’li arkadaşlar veya EMEP’li veya ESP’li arkadaşlar Kürtlerin haklarını savunmak istemekte ve ellerinden geldiğince bu işi yapmaktadırlar. Ama hiç birisi ağzına PKK adını anmadan, sanki Kürtler bir özneden yoksunmuş gibi savunmaktadırlar. Onlar Kürtlerin haklarını savunmak yerine PKK’yi desteklemeyi nedense utangaç bir tavırla “dolaylı destek” anlamında kullanmaktadırlar.
Kürtler aslında savaşın bir tarafı değildir, savaşanlar bile Türkler ve Kürtler değildir. Sorunu böyle koyan Marksistler marksistliğinden utanmalıdır! Savaşan iki güç vardır, hem gerici hem de liberal burjuvaziyi yedeğine alan bürokrasi ve militarizmiyle Türk Devleti savaşın ezen tarafındadır. Yoksul köylü ve işçilerin desteği ile karşı tarafı oluşturan PKK… PKK hareketi ise bir nesne değil, öznedir. Savaşan tarafları böyle koyduğunuzda ezilen tarafı ve üstelik de haklı tarafı oluşturan PKK, ezen ulus devrimcilerinin stratejik ortağı haline gelen bir özne demektir.
Stratejik ortaklık ne demektir?
Her şeyden önce taktik düzlemde bir ortaklık demek olmadığı kavramın kendisinde belli hale gelir. Ama ne çare ki ezen ulus sosyalistleri (onlardan ayrı kalmayan devrimcileri, demokratları veya anarşistleri) bu stratejik ortaklığı taktiklere kurban etme eğilimindedirler. Her durumda, özellikle de ezilen hareketin önderliğindeki en küçük bir hatada bu yaklaşım ortaya çıkar. (Şu “lobiler” ve “marjinal” tartışması herhalde unutulmamıştır.) Politik düzlemde yaşanan bütün kırılmalar veya atılan tüm politik adımlar (seçimler) bu stratejiden bağımsız stratejiler gibi ele alınmaya devam edildiğinin göstergeleri olmuşlardır. Seçimlerde yaşanan, başarı veya başarısızlık gibi görünen rakamlara takılıp, oralardan strateji yorumlamalarına pek çok kez şahit olmuşuzdur. Yine aynı şekilde Kürtlerle birlikte yürünülen yolun sonunda “kürtçü gibi görünmeler” den şikayetler başlamıştır. Üstelik bu tartışmalar Kobani kuşatması altında olunan şu günlerde daha yakıcı bir hal almaktadır.
Görünen o ki PKK’nin her başarısı Türk tarafındaki destekçileri tarafından olumlu olarak karşılanırken, mücadelede duraklama ya da pürüz anları olarak değerlendirilebilecek her anda yüksek bir krize neden olmaktadır. Eşyanın tabiatı gereğidir, ittifakın güçlenmesi Özgürlük Hareketinin alacağı galibiyetlere bağlandığından, her galibiyet ya da başarıda bütün müttefiklerin moral seviyesinin veya mücadele azminin daha yukarıları çıkması gayet normaldir. Aynı şekilde her başarısızlık veya yenilgi durumları da bütün müttefik güçlerde aynı oranda veya daha da yüksek seviyelerde moral bozukluğuna neden olmakta ve ittifakın derinliği her durumda sorgulanmaktadır. Bu durum; ittifak, program veya strateji tartışmaları ile ilgili olmamasına rağmen, mücadelenin çeşitli aşamalarının aslında taktiksel evreleri olarak dahi görülemeyecek her durumda karşımıza çıkmaktadır. İşte bu durum, bizlere teorik ve politik hazırlıksızlığı veya bunlardan beslenememiş olma durumunu ortaya çıkaran kanıtlarını vermektedir.
Stratejik ortaklık, taktiklere kurban edilemez. Yani mücadelenin şu veya bu evresi veya günlük mücadelelerde yaşanılan her sıkıntı PKK ile veya HDP (kısaca “Özgürlük Hareketi”) ile girilen ittifakın sorgulanmasını getirmez, getirmemelidir. Demokratlar veya devrimciler mücadele eden tarafları değerlendirirken kimin tarafında olduklarını net olarak belirlemelidirler.
İlk olarak ezenlerin ve haksızların tarafında yer almayız. Ezen ve haksız taraf Türk Devletidir, bu devletin ezilenleri ise başta PKK ve bütün sınıf ve tabakaları ile HDP’dir, kısaca Özgürlük Hareketidir. Strateji veya program hesaplarında bakılması gereken ezilen ve üstelik haklı tarafta yer almak bu nedenle her devrimcinin, her demokratın hele hele her marksistin görevidir.
İkinci olarak, yürütülen savaş farklı öznelere bakılmaksızın nesnel olarak sınıflar savaşıdır. Özgürlük hareketinin yürüttüğü bu mücadele sınıflardan bağımsız veya soyut milliyetçi bir mücadele olarak görülemez. Yaşadığımız dünyada hiçbir hareket tarih ve toplum üstü olamaz! Olaylara tarih ve toplum üstü-dışı bakmak için onmaz bir anti-marksist olmak gerekir. O yüzden bu mücadeleye “sınıfsal değil, ulusal bir mücadele” yaftasını yapıştıranlar ve bu harekete mesafeli duranlar en kabasından burjuva ideolojisini savunmuş olurlar. Bu bakımdan onların müttefikliği yaşanılan her krizde kendisini ele vermektedir. Bütün Türk burjuvazisi ve Türk işçi ve yoksulları ve hemen hemen orta sınıfların yarısı Türk Devletinin yanında saf tutmuşlardır. Bu sınıflar karşı devrimci bir pozisyondadırlar. Özgürlük Hareketi ise başta yoksul Kürt köylüleri ile Kürt işçilerinin yürüttüğü bir mücadeleye dayanmaktadır. Kendisini demokrat veya devrimci, sosyalist ve alevi olarak tanımlayan orta sınıfların bir bölümü bu savaşta Özgürlük Hareketi’nin ittifakını oluşturmaktadır.
Bütün işçiler veya köylüler bu savaşta bir taraftırlar. Kendisini demokratlıkla veya devrimcilikle tanımlamayan Türk işçiler, devlet veya burjuvazi karşısında ezilirken, Kürtler karşısında ezen konumdadırlar ve bizim görevimiz bu gericilikle uğraşmak ve bütün ezilenlerin demokratlarıyla birleşmektir. Henüz demokrat veya devrimci olmayan diğer ezilenleri aynı program veya strateji ile bir araya getirmek, asli görevimizdir. HDP bunun için bir mücadele aracı haline getirilmelidir. Bu ancak demokrat bir program ve tüzükle mümkündür.
Hali hazırda HDP diğer partiler karşısında EN DEMOKRAT olurken, henüz program ve tüzüğü TUTARLI DEMOKRAT olmaya yetmemektedir. Bu neden böyledir?
HDP bileşenleri (parti, hareket, örgüt, vb.) partinin demokrat bir program ve tüzüğü karşısında engeldirler. Bütün bileşenler, PKK dahil hiç kimse partinin tutarlı demokrat bir program veya tüzüğü olsun istememektedirler. Bütün bileşenler üst organları aracılığıyla partiyi kontrol etmek istemektedirler, işin gerçeği budur! Bütün bileşenler, diğer üyeleri eşit üye olarak görmek istememekte ve onları bağımsız olarak görmeye devam etmektedirler. Bu kavramı kullananlar şiddetle eleştirilmelidir! HDP’li olan her insan, bağımsız değil, HDP’lidir. Bir HDP’li, ancak devletler ve diğer partiler, kısaca siyasal oluşumlar karşısında bağımsız olabilir. Yani aynı parti üyesi, tüm üyelere ve organlara bağımlı olduğundan, bağımsız üye diye bir kavram işin gereği saçmalık olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu saçmalık ortada iken HDP’ye katılmak isteyen fakat onlardan uzak duran binlerce demokrat insan onlara katılmayacağından, parti hedeflerine asla ulaşamayacaktır. Bu bakımdan karşı devrimin ekmeğine yağ süren, bu yaklaşımları savunan bileşenler kendilerini devrimci sayarken, karşı devrime kapı aralamakta ve dışımızdaki demokrat ve devrimcilere kapılarını kapatmaktadırlar.
PKK veya Özgürlük Hareketi neden anti demokratik olmaktadır?
İlk olarak; bu durum onun suçu değildir, çünkü ittifak ettiği diğer güçlere (“Türk Solu”) belirli imtiyazlar veya yetkiler vermezse onlar dışarda kalırlar. Yani tüm diğer bileşenler güçsüz olduklarını bildiklerinden dolayı, partide eşit üyeler yerine eşit olmayan bir üyeliği tercih etmektedirler. Eşit üyelik olsa, bütün kongreler eşit üye ve delegelerle yapılsa o zaman pek çoğu hiçbir organa dahi seçilemez. O yüzden HDP’nin önemli ve tek gücü olan Kürt yoksulları ve Kürt işçileri, sırf diğer müttefiklerini küstürmemek ve onların ayrılma bahanelerini yok etmek için hak etmedikleri halde onlara ayrıcalık tanımakta ve bizzat Türk sosyalist veya devrimcilerini aday göstermekte, hatta milletvekili yapmaktadırlar. Onlar Türk sosyalist veya devrimcileri mızıkçılık yapmasın diye ellerinden geleni yapmaktadırlar. O yüzden bizler “Kürt” tarafının anti demokratik tutumlarını eleştirmiyoruz, sadece bunun nedenlerini ortaya koymaya, anlamaya çalışıyoruz. “Kürtler” bu konuda aslında oldukça demokratik bile görülebilirler. Çünkü parti içinde olan azınlık kesime bir nevi pozitif ayrımcılık yapılmaktadır. Yani Türk işçilerinin, devrimcilerinin ve sosyalistlerinin hiç bilmediği, bilse bile yapmadığı pozitif ayrımcılığı, Özgürlük Hareketi her durumda ve adımda büyük bir başarı ile yerine getirerek bölge ve dünyada en önemli bir örnek olmaktadır. Somut olarak bütün ezenler isterse de sosyalist, komünist, devrimci, anarşist, ekolojist, feminist, ve ilh olsunlar hiçbiri demokrat bir hareket yaratmaya yetenekli değildir ve olamamıştır da… Ama şimdi karşılarında somut olarak bir örnek durmakta ve bu hareketin her başarılı yapılanması örnek olarak alınmakta ve taklit edilmektedir.
İkinci olarak; Özgürlük Hareketinin dayandığı program veya strateji ulusal kimliklerin koalisyonu ile oluşmuş yeni bir ulus-devlet yaratmaya dayanmaktadır. Ulusal kimliklerin tanınması ve her birisinin bir özne olarak belirli bir toplumsal sözleşme (anayasa, ulus-devlet) ile biraraya getirilmesi fikri hiçbir zaman başarı kazanmaz tam tersine ulusal boğazlaşmalara sebep olmuştur. Balkan Birliği, Yugoslavya, SSCB bu dediğimizi kanıtlar. Belirli bir anda bir araya gelen bu topluluklar kendisini koşulların zorlamasıyla meydana gelen koalisyonlar biçiminde örgütlemiş, kalıcılığı olmamıştır.
Avrupa Birliği türünden yeni ulus-devlet biçimlerini herkes gibi onlar da “ulus-devlet”in aşılması veya yıpranması olarak görmektedirler. Bu yanılgı bütün Marksistlerin de ortak yanılgısı olduğundan ve bu tür düşünceler asıl olarak liberalizmden geldiğinden ve Özgürlük Hareketi de bu kavramları kullanmaktadır. Çağımızda ulus-devletler yara almamış, gerilememiş aksine güçlenmişlerdir. Yara alan ulusçuluk ise ulusu bir soyla, kanla, dille, dinle, vb. tanımlayan çifte kavrulmuş gerici ulusçuluktur. AB veya federal bütün ulus-devletler aslında gerici ulus-devletlerdir. Bu tür ulus-devletler de kendilerini bir soyla değil, bir kültürle veya tarihle ve-veya coğrafya ile tanımlayan gerici ulus-devletlerdir.
Çözüm; komünler (veya bunun yerini almak üzere en küçük mahalli birimler) üzerine yaslanan demokratik bir cumhuriyettir. Bu cumhuriyet kendisini yalnızca demokratik hak ve özgürlükler ile tanımlar, her hangi bir soy, kan, kültür, tarih, coğrafya vs ile değil…  Demokratik bir cumhuriyette, bütün aidiyetler (topluluklar) kendisinin siyasal birim olarak tanınması yerine (ki bu durum “ilkel-gerici milliyetçilik”tir) ulusun hiçbir topluluğu (kimliği) siyasal birim olarak tanımaması, aksine kendisini, ulusu; soyla, dinle, tarihle, kültürle, coğrafyayla tanımlayan gerici milliyetçiliğe karşı tanımlaması gerekir. HDP demokratik bir ulusun temellerini atma hedefiyle başarılı olabilir. Demokratik bir ulus ise en küçük mahaldeki iktidar organı demek olan komünlere, köyler veya mahallelerde oluşan meclislere dayanan ve bütün kamu görevlilerinin en küçük birimden ulus temsilcilerine kadar seçimle göreve getirilmesine dayanır. Bu kamu görevlilerinin istenildiği an geri alınması ve ücretlerinin ortalama işçi ücretlerini aşmayacak bir ücretle belirlenmesi demektir.
Bu ulusun vatandaşı olmak için dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hiçbir insana zorlama yapılmaz. Dileyen her insan, ulusu oluşturan bir topluluğa (isterse köy meclisi veya mahalle meclisi) üye olabilir. İşte bu insan, o zaman bir demokrat olur veya büyük harflerle İNSAN haline gelir. Demokratik bir ulus-devlet de böyle bir anayasa ile bir araya gelen DEMOKRATİK İNSAN TOPLULUĞU esas alınarak kurulabilir veya oluşturulabilir. Böyle bir ulusta isteyen istediği dilde eğitim görür, devlet veya ulus Türklükle, Kürtlükle, vs. tanımlanmaz. Kürtlük ya da Türklük, Alevilik veya Yahudilik gibi bir siyasal olmayan inanç veya kültür haline gelir. Bunların hiç birisinin SİYASAL ANLAMI olmaz. Türklük veya Ermenilik siyasal anlamını kaybederek, spor takımları taraftarı olmak gibi veya satranç severler klubü gibi bir anlam kazanır. Böyle bir programı hayata geçirmek için yaşadığımız topraklarda her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti’nin Türklükle tanımlanmasına karşı olmak gerekli ve zorunludur. Bu görev yerine getirilmeden diğer ezilen ulus veya dinlerin, inançların kendilerini siyasal birim olarak  görmesi devam edecektir.
HDP böyle bir program veya stratejiyle dünyanın tüm ezilenlerini toplayabilir ve İNSANLIK için çok güçlü bir SEÇENEK oluşturabilir. Yaşadığımız coğrafya olan Ortadoğu’da böylesi bir seçenek; önümüzde yaşanacak olan kıyımların, katliamların ve yaşanılan acıların biricik seçeneğidir.